Monday, February 12, 2007

Ah mine'l Aşk..

(AŞKIN ÖZ YURDU VE HAS BAHÇESİNDE BİR TEMAŞA)


Gönül gamını nice safha-i beyâna yazam

Kalemden od çıkuben korkarım ki yâna yazam


Avnî (Fatih)



Eflatun aşkı "Doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir güzellik'' olarak tanımlar. Bu güzelliğin, bütün dünya edebiyatları ve hatta bütün zamanları içinde en uzun süreyle konu edildiği edebiyat geleneği herhalde Divân Edebiyatı'dır. Zira Divân Edebiyatının aşkı terennümü, nitelik yönünden batı edebiyatlarından; nicelik yönünden de doğu edebiyatlarından ayrılır ve mesafelerce geniş çağrışımlara zemin hazırlar.
İstatistiklere gerek duyulmadan iddia edebiliriz ki, dünyanın her yerinde şiirin en önemli tema'sı aşktır. Divân Edebiyatı da şiir ağırlıklı bir edebiyattır ve tabii ki baştan sona aşkın beyanıyla doludur. O, aşk konusunda söylenmemiş söz bırakmamıştır ve biz bu konuda ne söylesek, sözün ardım getiremeyiz. Bir mukayese için şu kadarını belirtelim ki Divân şiirinde "Mecaz yahut İstiare yoluyla" "Sevgili" kelimesini karşılayan 100'den fazla kelime, ifade ve terkip vardır. Bunlara aşk, âşık ve ağyarla ilgili olanları da ilave ederseniz, neredeyse günümüz orta direğinin kelime hazinesine eşit bir sayı ortaya çıkar. Bu durum, eskilerin yalnızca aşkla ilgilendiklerini değil, klasik edebiyatımızın aşka verdiği değeri gösterir. Aşk kelimesinin gerek ahenk ve musiki; gerekse mânâ ve ifade yönünden zengin ilhamlara ulaşarak her gönülde bir başka ışıkla parlaması ve kendisine daima müşteri bulması, Divân şairlerinin de onu baş tacı edinmelerine yol açmıştır. Nitekim XV. ila XIX. yüzyıllar arasında "Aşkî (Aşka ait, aşkla ilgili, âşık)" mahlasını kullanan şairlerin adedi neredeyse on beşi bulur.Divân Edebiyatı İslamî bir edebiyattır. Yani büyük ölçüde Kur'anî ilimlere vabestedir. Buna rağmen Arapça bir kelime olan "aşk" Kur'an-ı Kerim'de hiç anılmamıştır. Onun yerine "hûb, mahbûb, muhabbet" kelimelerini görürüz. Hz. Peygamber'e "Habibullah (Allahın sevgilisi)" denilmesi de zaten İslam'ın aşka verdiği önemi göstermeye yeterlidir. "Mihr" ve "sevda" kelimeleri de aşk yerine kullanılır. Farsça "yâr" kelimesi ise "âşık" ile eşanlamlı olarak Türkçe'de köklü bir yer edinir. Bütün bu zenginliğin sebebini "Allah güzeldir, güzeli sever" hadis-i şerifinin delalet ettiği derin mânâya ve Türk ruhunda aşkın ve sevginin uyandırdığı geniş yankıya bağlamak mümkündür. Kur'an-ı Kerim'de, Yusuf Peygamberin hikâyesini anlatan sûreye "Ahsenül-Kasas (Hikâyelerin en güzeli)" denilmiştir. Müfessirler bu isimlendirmede Yusuf un Zeliha ile yaşadığı asil aşk macerasının tesiri olduğunu söyler. O hâlde aşkı güzel gören bir inanç ve düşünce sisteminde, şairlerin de aşkı terennümünden daha tabii ne olabilir?
Divân şairlerinin şekil itibariyle belli kalıplar içinde hareket etmek zorunda olduklarını biliyoruz. Bu edebiyatta belirlenmiş bazı nazım şekilleri vardır ve her nazım şeklinde anlatılması gereken konular aşağı yukarı tespit edilmiş durumdadır. Bunlar içinde birinci dereceden aşkı ilgilendiren ve aşka konu olan nazım şekli gazeldir. Bunu takiben musammat türleri ile, şarkılar, rubailer ve kıtalar da aşk konularına ağırlık vermişlerdir. Eğer divanların dışına taşınırsa, aşkın tür ve tema olarak başlı başına bir sanata dönüştürüldüğü mesneviler devreye girecektir. Tarihte ünlü şark aşklarının ve âşıklarının hikâyelerini anlatan bu tür eserler (Leylâ ile Mecnûn, Hüsrev ü Şîrîn, Vâmık u Azrâ, Salaman u Absâl vb.), aşkın manzum birer romanı olarak karşımıza çıkarlar. Her birerleri bazen binlerce beyit tutan bu eserlerde aşkın tahlil, tasvir ve felsefesi ile, bir nevi aşka teşvik gayesi ön plandadır. İster tasavvufî (Hüsn ü Aşk vb.), isterse alegorik (Sem' ü Pervane, Beng ü Bade vb.) olsun, bu tür mesnevilerde yine aşkın hükümranlığı söz konusudur. Bu mesnevilerin her birerlerinde, yazıldıkları çağların aşk telakkilerini, beşerî heyecanlarını, mahallî aşk u alaka temayüllerini, kâh bir masal tipolojisi çerçevesinde; kâh bir ulvî kelâm saygınlığı içerisinde takip edebilmek mümkündür. (En küçük kaçamaklardan en saygın hissi kapılanışlara kadar, aşkın bütün bir tarihi, bu mesnevilerde gözler önüne serilmiştir. Tabiri caizse bu klasik mesnevilerimiz, aşkın en teşekküllü laboratuarlarıdır.) Divân şairlerinin aşkı terennümle kullandıkları en yaygın nazım şeklinin gazel olduğunu söylemiştik. Gazel -klasik tanımıyla-, kadın, aşk ve içki konularında yazılan 5-12 beyitlik manzumeye denir. Her bir beyit bir mânâ bütünlüğüne sahip olacak şekilde düzenlenir. Beyitlerinin hemen ekserisi de aşkla alakalıdır. Baştan sona aşkı konu edinen yek-aheng gazellerinin ise bu babda ayrı bir yeri vardır. Kadın ve içki konuları, haddizatında aşktan ayrı şeyler de değildir. Aşıkane bir gazelde bunların hepsini iç içe bulmak mümkündür.
Aşkla ilgili her türlü acı, sıkıntı, mutluluk, ilgi, yakarış vs. içli duyguların anlatıldığı gazel nazım şekli, bir Divân şairinin en vazgeçilmez manzumesi demektir ve gelenek de onları böyle davranmaya zorlamaktadır. Bu bakımdan her Divân şairi gazel beyitlerine nakşettiği aşk ilmini içinde her his ve fikrini bir çiçek edasıyla sunar, klasik bir zevkle yoğurup süslü bir üslûpla yazar. Böylece her beyit aşkı ve sevdayı, derin ama klasik bir çerçevede sunar. En mahrem duygulardan en mukadder talih oyunlarına kadar, ebediyete uzanan bütün mevsimler, bütün günler ve gecelerin, hatta geçecek zaman ile başkalarının da ortak olacakları hislerin, yaşanmış aşkların, sevdaların hikâyelerini anlatır. Bu beyitlerin müellifleri, kendi çağlarının gündelik icapları yanında, bütün zamanlara ait sevdaların da sözcüsü olurlar. Denebilir ki onlar, bütün şahsîliklerine, bütün kalb çırpınışlarına ve his dalgalanmalarına rağmen birbirleriyle ve hatta her devirdeki ve her yaştaki her okuyucuyla biraz akraba, biraz dert ortağıdır. Bütün bu klasik aşk duygularıdır ki bazen birbirlerine benzemeyen gönülleri yekdiğerine yaklaştırır; aşk ekseninde insanları birbirleriyle dost eyler. Hepimiz o anlatılan aşkta kendi aşkımızdan bir parça bulur ve bizim yerimize konuşan bu şairi alkışlarız. Belki bu yüzden gazel beyitleri arasında adımızı, kâh hicran ve hasret faslında okur; kâh gözyaşı ve feryad babında buluruz. Ama asla mutluluk ve saadet sayfalarını açamayız. Buna mukabil aşkın en özge yurdu olan gazeller sayesinde Divân şiirinin genel aşk anlayışını yakından tanır ve severiz. Böylece biz, yanında rütbelerin, şanların ve şereflerin, hatta şehirler dolusu hazinelerin zebûn olduğu; korku ve utancı ortadan kaldırıp, sevgilinin rüzgârları ile yedi iklim-dört bucağın yıkılıp yakıldığı, taş üstünde taşın kalmadığı, tutkunların önce hâk ile yeksan edilip sonra bütün güzelliklerle yeniden şekillendirildiği, pınarlarında huzur ve sükûnun aktığı, en acı haliyle bile en güzel zevklerin yaşandığı aşkın en görkemli şeklini Divân şiirinde buluruz. (Orada ne Homeros'un karşılıklı oturup da birbirine bakan sevdalılarına; ne Küçük Prens'in (A. St. Exupery) aynı anda aynı noktaya bakan âşıklarına rastlarız. Orada yalnızca sevgiliye bakan; ne olursa olsun ondan başkasına bakmaya tenezzül etmeyen bir âşıkın tek taraflı gayretine, karşılıksız aşkına ve hazin hikâyesine şahit oluruz. İşte bunun içindir ki klasik şiirlerimizdeki aşk, ne nicelik, ne de nitelik yönünden bir başka edebiyatın aşkıyla kıyaslanamaz ve yine bunun içindir ki bu aşk, pek asîl, pek şerefli bir gönül işidir ve Divân şairlerince de, şanına en layık biçimde anlatılmıştır.
Divân Edebiyatındaki aşk. âşık ile maşuk (seven ile sevilen) arasında daha çok âşıkı ilgilendiren bir durumdur. Buna üçüncü kişi olarak bazen rakib (ağyar) de mü-dahildir. Ne yazık ki âşıkta haddinden aşkın olan bu aşk, sevgilide hiç yok gibidir. O âşıkını duymayan, görmeyen, bilmeyen bir sevgilidir. Ondan hiçbir durumda aşk sadır olmaz. Belki ömürde bir, iltifat söz konusu edilerek; o da âşıkın değil, rakibin nasibine düşer. Çünkü sevilen (maşuk) bir taneciktir; sevenler (uşşak) ise yüzlerce, hatta binlerce... Âşık bunlardan yalnızca biridir ve bir olan sevgilisine karşı bin olan rakipleriyle mücadele etmekle yükümlüdür.
Divân şiirinde genelde söz konusu edilen aşk, tabiî (cismanî) aşktan ruhanî aşka; mecazî aşktan İlahî (mutlak) aşka, bedensel aşktan platonik aşka, pek çok yorumlar getirilerek açıklanmış ve anlatılmıştır. Hatta bu yüzden aşk-ı yâr, aşk-ı nigâr, aşk-ı dilber, aşk-ı pak, aşk-ı bakî, aşk-ı Hak, Aşkullah vb. tamlamalar ile de birbirlerinden tefrike) çalışılır. Ama kim, hangi niyet ve maksatla yazmış yahut okumuş olursa olsun, Divân Edebiyatı'nda aşkın belli kıstasları, kuralları, yolu yordamı vardır. Ama öncelikle aşkın evveli sabır, âhiri tahammüldür. Her ne denli acı olsa da aşkta şikâyet, âh-vâh yoktur. Hani Nef'î' nin (ö. 1635) dediği gibi:
Zabt-ı âh eylemedir âşıka evvel çâreBen ise âhsız aram edemem âh meded
Âşıkın yegâne çaresi, âh-vâh etmemektir. Ben ise âh etmeden duramıyorum; âh, meded!
Bu yolda baş verenler server olur. Yani âşık, aşk şehidi-olmanın yolunu aramalıdır. Bu yolun ilk durağı ise gam ve keder mektebinden geçer. Orada Mecnun ile sınıf arkadaşı olunup aşk ilmi tahsil edilerek hayatın gayesine ulaşılır. Dünyaya gelişin sebebi de zaten aşk değil midir? İşte Avnî (ö. 1481) bunu terennüm ediyor:



Aşk derdidir cihanda âşıka maksûd olan



Vasl-ı dilberdir hemîn bu dâr-ı dünyâdan murâd



Cihanda âşıka gereken şey, aşk derdidir. Nitekim bu dünya evinden maksat da dilber sevmektir (Sevgiliye vuslat).
Aşk sayesindedir ki insan, ebedîlik kazanır ve lamekâna erer. Ancak bu yol çok çetindir. Bu yolda şehit olan âşıkların adı, ciltler doldurur. "Terk-i ser (kelleyi terk)" edebilen erlerindir bu meydan. Onların katında gözden kanlı yaşlar dökmek, sinede yaralar açmak, kan yutmak vs. en basit tecellilerdir.
Aşk, yerine göre yol olur yürünür, yerine göre iman olur uyulur. Bazen ateş olup yakar, bazen deniz olup boğar. Sultan olur ülke yönetir, şarap olur sarhoş eder. At olup koşar, kuş olup uçar. Hazine olur viran gönüllerde saklanır; kimya olur hakir toprakları altına dönüştürür.
Sır olur saklanır; gonca olur açılır. Gül bahçesi olur kokusuyla âşıkları mest eder; güneş olur âşıklarının ümit meyvelerini olgunlaştım.
Onun, engin bir deniz olmasına da kimse mani değildir. Bu hususta Hayretî'ye (ö. 1534) kulak verelim isterseniz:



Aşk bir deryâ-yı bî-pâyândır anda her nefes



Bâd-ı ahundan benim mevc-i melâmetler kopar



Aşk, her nefeste eylediğim "ah!"lar ile oluşan rüzgârın, binlerce melamet dağları kopardığı uçsuz bucaksız bir denizdir.
Aşk olunca gönüller birleşir, aşk olunca kıyamet koparcâsına hareketlilik olur. Aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar. Âlemler kıyama kalkarsa aşktandır. Hastaların şifa bulması aşktandır. Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinat. Aşk Mecnun'dan Leyla'ya bir feryat, Mansur'dan dara bir sır; gözden kalbe bir yoldur. İlla ki belalarına katlanmak gerek. Taşlıcalı Yahya Bey'i (ö. 1582) dinleyelim:
Sabr etmeyen belâlarına aşkın anmasınNûş etmesin şarâbı kaçanlar humardan
Belalarına katlanamayacak olanlar aşkın adını anmasınlar "Sonunda baş ağrısı var" diyenler, şarabı hiç içmesinler.
Aşk ile zerreler güneş, katreler ummandır. Rakib için gülzar; âşık için zindandır. Ama âşık o zindanda öyle mutludur ki; denizde balık, fezada kuş gibidir.
Velhasıl klasik edebiyatımızda aşk her şeydir, her şey de aşktır. Basit ve çekici bir arzudan, hastalık derecesine varan iptila ve tutkulara kadar her boyutta onu görürüz.) Bu aşk, ilk bakışta cinsellik izlenimi uyandırırsa da platonik bir zevk ve bağlılık olma telakkisi daha kuvvetlidir. Maddî ve manevî aşk sözkonusu edildiğinde ağırlık, manevî aşka yönelir. Buna rağmen bazı şairlerin aşk ve âşıklıklarının halkın diline düştüğü, melankolik durumlar yaşandığı da tarihin ve tezkirelerin sayfalarında kayıtlıdır. Bu uğurda nice baş verenler, nice terk-i diyar edenler mevcuttur. Aşklarını üstüne basa basa söyleyen şairlerin bir kısmı ulvî bir aşkı anlatıyorlarsa da diğer bir kısmı ten zevkini, yine bir başkası İlahî cezbeyi terennüm ediyorlardır. Ancak bir husus vardır id aşık, sevende haddinden ziyade, halta belki sonsuzdur. Gönülde tecellî eden bu duygu, ölümle sonuçlanır. Bunu ta baştan Bilen âşık, yine de bu aşktan kurtulmayı istemez. Asla kapanmayan aşk yaraları, gizli tutulan bir üzüntünün ihtisas sahası olur. Aşık üzüldüğü nispette aşkı artar. Aşk bir denizdir; içine dalmayınca anlaşılmaz, dalınca da kara görünmez.
Şairin aşk hakkındaki her sözü biraz mübalağalı olabilir. Zira aşkı o denli büyüktür. Her vesile ile aşktan söz etmesi de bundandır.Bütün bu sayılanlar Divân Edebiyatına bir aşk edebiyatı dememiz için kâfidir. Aşkın bu has bahçesinde her çeşit aşk gülleri açabilir. Bu aşkın sahne içinde aktörü âşık, sahne dışında münekkidi rakib, kulisten çıkmayan yönetmeni ise sevgilidir. Şimdi isterseniz bu aşk oyununu sahneleyenleri birazcık yakından tanıyalım:



SEVGİLİ



En belirgin özelliği âşıka acı ve ıztırap vermesidir. Zulüm ve eziyette aşırı sınırları zorlar, cana kasteder. Kimse ona hesap soramaz. Gönlü taştır, merhamet kelimesini bilmez. Söz verir ama sözünde durmaz. Vuslatı yoktur. Âşıkın ağlaması, âh u feryadı ona zevk verir. Katında en makbul âşık, eziyetine en fazla tahammül gösterendir. Onun için daima eziyet eder. Eziyetten vazgeçmesi, aşktan yüz çevirmesi demektir. Kâh kıskandırarak, kâh fitneler kopararak âşıkına zulmeder. Nazlıdır, aşiftedir, fettandır, hatta hafif meşreptir. Kolay kolay kendisini göstermez. Bayramlarda lütfedip dışarıya çıkar da uzaktan seyredilebilir. Âşıkın ancak rüyasına girer; eğlence ve bezm'in vazgeçilmez kişisidir. Zenginliği, ihtişamı, parayı sever. Ona canlar kurban edilir; uğrunda rakipler öldürülür. Bütün bu huylarıyla her ne çeşit icraat yaparsa yapsın, ona kızılamaz. Hatta melekler, ona günah bile yazmazlar.
Peki böyle birisi nasıl sevilir? İşte aşkın can alıcı noktası budur. Bütün bu olumsuz yanlarına karşı o, gönüller sultanıdır. Âşık onu sevmek için yaratılmıştır. Elinden başka bir şey de gelmez. Zaten sevgilinin pek çok özelliği, bir sultanın özelliğidir. Üstelik genç ve güzeldir de. Daima kara saçlı, hilâl kaşlı, nergis gözlü, lal dudaklı, inci dişli, gül yanaklı, selvi boyludur. Bedeni billurdan yaratılmıştır. Aydır, güneştir. Yusuf'tur, Kıble'dir, melektir, huridir, vs. vs. Ama her hâli âşıka zulümdür. Fatih'in şu ifadesi buna bir örnektir:
Yaslım dileyen çevrimi çeksin der imiş yârBu va'desi gûyâ ki değil çevrine dâhil
Sevgili, "Vuslatımı dileyen eziyetime katlanır!" diyormuş. Sanki bu vaadi eziyet değilmiş gibi!,, (Oysa bu söz de bir zulümdür. Âşıka vuslattan söz ediyor. Buna dayanılır mı hiç!...)



ÂŞIK



Âşık, her şeyden önce şairin ta kendisidir. Aşkında samimidir ve bu aşkın maddiyatla ilgisi yok gibidir. Gıdası üzüntüdür. Ömrü sevgiliden lütuf beklemekle geçeri Her anı sevgilinin hâli ile doludur. Sevgiliye ait küçük bir söz bile onu kendinden geçirtir. Canını sevgiliye verecek denli cömerttir. Ondan gelen her eziyete katlanır. Sözünde sadıktır. Çektiği eziyetlerle aşk işinde olgunluk kazanır.
Sahip olduğu yegâne varlık aşktır. Bu sebeple aşk yolunun bütün tehlikelerini canla başla kabul eder. Sevgilinin rakibler ile ilgilenmesi, onun için en büyük zulümdür. Yine de irade ve takdir sevgilinindir. Ona asla kızamaz.
Sevgiliden başka talih, felek, zaman ve rakipten de zulüm görür. Bu zulüm ile bazen sabahlara dek ağlar; bazen rindce davranıp aldırış etmez. Ama mesela uykuyu hiç tatmamıştır. Yakasını yırtar, kan yutar; denizler gibi coşar, ırmaklar gibi ağlar. Aldatılır, tuzağa düşürülür, hastalanır, yaralanır, aklını yitirir. Velhasıl başına gelenler defter ü divana sığmaz; baştan başa menfi özelliklerle doludur. Söylediği şiirlerde bu hâllerini terennümden gayri elinden bir şey gelmez. Buna rağmen o daima aşkı ister. Ahmet Paşa'nın (ö. 1497) dediği gibi:
Şol ömr kim sensiz geçer, ol ömr zayi ömr imişBir can ki anın canı yok, ol can dahî can olmamış



RAKÎB



Âşık için ağyar; sevgili için yârdır. Biz onu daima âşı-km gözüyle tanırız; bu sebeple kötü, çirkin, zararlı ve zalimdir. Sevgili ile sıkı münasebettedir ve âşıkı ondan uzaklaştırır. Âşıkın sevgiliye tenbihlerde bulunup rakib hakkında onu uyarması da fayda vermez. Hatta sevgili inat olsun diye âşıktan çok ağyara imkân tanır ve onunla beraber olup ona yüz verir. O da bunu bildiğinden âşıka içten içe güler, onunla alay eder. Kıskanç ve dedikoducudur. Sevgilinin bir âşıkı da odur ve âşık ile aralarında daimî bir mücadele vardır. Sevgilinin yüzlerce âşıkından her biri kendini gerçek âşık, diğerlerini rakip gördüğü için her türlü kötü huy, rakibe rahatlıkla yakıştırılabilir. Sevgilinin mahallesinin köpekleri rakiblerin ta kendileridir. Cahillik, nadanlık, domuzluk, akreplik, yalancılık, pespayelik vs. rakibin en hafif sıfatlarındandır.Âşık, rakibine o kadar düşmandır ki yazdığı şiirde onun adını bile ters yazar, başını aşağı getirir. Velhasıl geberesinin biridir. Bunu biz değil, Sabit (ö. 1712) diyor:



Meydâna geldi na'ş-ı rakîb-i nemîme-sâz



Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namaz



Ara bozucu rakibin ölüsü musalla taşına geldi de ömrümde gönül huzuru ile bir namaz kıldım.
Aşk işinde sevgilinin nazına daima niyaz etmekle kalmayıp bir de rakibin engellemeleriyle mücadele veren âşık, kendi hâlini başkalarına anlatmakta pek çok güçlük çeker. Zira o, gönül sahibidir; diğerleriyse akıl. Bu çatışma aşk ile ilmi de karşı karşıya getirir. Zira biri gönülle, diğeri akılla idrak edebilir. Biri âşıkın, diğeri zahidin (kaba sofu, hoşgörüsüz softa) anlayış vasıtasıdır. Zâhid ile âşık (akıl ile gönül) arasındaki bu köklü mücâdele, asırlar içinde şiirden gerçek hayata da yansımış ve tekke ile medreseyi karşı karşıya getirmiştir. Bu noktada İlahî aşkın ve dolayısıyla Tanrı'nın, aşk (gönül) ile mi, yoksa ilim (akıl) ile mi kavramlabileceği tartışmalarına zemin hazırlamıştır. Divân şairi bu mücadelede aşkın yanını tutar ve dolayısıyla zâhidle başı belaya girer.
Şair, gelenek karşısında söylediklerini ya ispata, ya inkâra zorlanır. Bu durumda aşkı anlattığı şiirlerine bir yorum getirmesi gerekmektedir. İşte bu noktada tasavvuf ve Eflatunî düşünce sistemi devreye girer ve ifadelerine mecaz elbiseleri giydirmeye başlar. Medrese tahsilinin getirdiği kültür birikimi, dinî hayatın canlı biçimde devam ediyor oluşu ve nihayet tasavvuf ekollerinin her yerde görülen şubelerinin (tekeller) her kademedeki hayatı derinden etkiliyor oluşu, şairi de ister istemez bir takım ulvî aşk ifadelerine yönlendirir. Artık aşkın kimliği kaybedilir ve beyitlere isteyen istediği yorumu getirir. Divân Edebiyatı bu kaosu hemen bütün devirlerinde yaşamıştır. Eğer şairin alışılagelmiş bir üslûbu (âşıkane, şahane, hi-kemiyane vb.) yok ise, söylediği her söz gibi, aşk konulu beyitleri de her okuyucunun zihninde ayrı bir çağrışıma sebep olabilmektedir. O kadar ki bir şair (Fevrî) çıkıp,
S
ûfî mecaz anladı yâre muhabbetim



Âlemde kimse bilmedi gitdi hakikatim



Sofu, sevgiliye olan aşkımı mecazî aşk olarak değerlendirdi. Oysa ben gerçekten âşıkım. Yazık ki âlemde kimsecikler benim hakikatimi anlayamadı, diyerek isyan edecektir. Mevlâna'nın Yusuf ile Züleyha'ya dair şu sözleri hemen hemen bu durumu açıklar gibidir:"Zelihâ o hâle gelmişti ki çörekotundan ödağacına kadar, her şeyin adı Yusuf'tu onun için, Yusuf un adını başka adlara gizlemişti; mahremlerine bu sırrı söylemişti "Mum ateşten yumuşadı" dese; "Sevgili bize alıştı, yüz verdi" demiş olurdu. "Bakın ay doğdu" dese; "Söğüt ağacı yeşerdi" dese, (...) "Başım ağrıyor" dese, "Başımın ağrısı geçti, iyiyim" dese hep ayrı mânâları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi; birinden şikâyet etse, onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüz-binlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf tu onun, dileği de."
Bütün bunlardan sonra, Divân şiirindeki aşk bahsine daha bir açıklık getirebilmek için üç ayrı şairin aşk anlayışlarını burada tahlile çalışacağız. Her üç şairimiz de ayrı vadilerde yürümüş, ayrı fikir ve felsefelerin adamlarıdır. Divân Edebiyatı'nda her çeşit yoruma ve anlayışa açık olan aşk telakkisini böylece daha kesin hatlarla birbirinden ayırmak mümkün olacaktır. " Bu sebeple seçtiğimiz şairlerin hem âşıkane olmalarına; hem sahip oldukları misyon itibariyle aşırı uçlarda bulunmalarına, hem de yarış hâlindeki Divân şairleri içinde nispeten yarış üstü olmalarına dikkat ettik. Şimdi bunları zaman sırasına göre inceleyelim:



PLATONİK AŞK VE FUZULİ (Ö. 1556)



Eflatun, "Sevgi haklı olmakla kalmaz, en ölçülü varlık da olur. Ölçülü olmak, herkese göre e zevklerin, arzuların dizginlerini elde tutmaktır. Hiçbir zevk de sevgiden üstün değildir. Madem daha aşağı olan zevkler ve arzular sevgiye boyun eğer ve madem onlara boyun eğdiren de sevgidir; bunda sevginin ne kadar üstün bir ölçüsü olduğu anlaşılır." der. Eflatun'un sevgi hakkındaki bu ve benzer düşünceleri, asırlar boyunca bazı insanların aşktaki arayışlarına yön vermiş ve İslam filozoflarını da etkileyerek İslam'ın özünde zaten var olan^ ve çeşitli nasslarla tespit edilmiş bulunan "aşkın yüceliği!" fikrini gün yüzüne çıkarmıştır. Asırlar boyunca filozoflar tarafından tartışılan bu fikir, iyiden iyiye tebellür ederek şiire yansıdığında, artık aşkta mutlak güzelliği aramak ve ona göre tavır geliştirmek zorunluluğunu ortaya koymuştur. "Literatüre Platonik (Eflatunî) aşk adıyla geçen bu anlayış, geçici güzelliklere değil, güzellik idee'sine, salt güzelliğe duyulan aşkın ifadesidir." Böylece Divân şiiriyle ilgili olarak sözü edilen aşk kavramı, Platon'un yaratılış ve oluş nazariyesi temellerine dayanan bir tür neo-platonizm felsefesine yönelir. Buna göre evrenin yaratılmasına yol açan ilk sebep aşktır. Kemâl ve Cemâl sahibi olan Allah, kendi güzelliğinin bilinmesi'ni istemiş ve kâinatı yaratmıştır. O hâlde güzellik, -her ne çeşit olursa olsun- bilinmekle, sevilmekle değer kazanır. Bu bilme ve sevmede asla maddî zevkler, süflî duygular, daha açık bir deyişle şehvet ve cinsî cazibe yoktur. Divân şairinin anladığı / anlattığı aşk da işte bu aşktır. Terimleştirilerek Platonik aşk adını alan bu anlayışın Divân şiirindeki şahikası Fuzûlî'dir. Onun bu konuda söylediği her şey, daha sonraki dönemlerde kural ittihaz edilmiş ve canla başla benimsenmiştir. Bu nedenle bir âşık ve şair olarak Fuzûlî'yi tanımak büyük ölçüde Platonik aşkı tanımak olacaktır.
Fuzûlî bütün ömrünü aşk ve ıstırabı anlatarak geçirmiştir. Şiirinin esasım aşk, aşkın elemleri, acılar, feryatlar oluşturur. Onun Fuzûlî kelimesini iki mânâsı ile sanatlı kullanarak söylediği şu beyit bunun delilidir:
Benden Fuzûlî isteme eş'âr-ı medh ü zemmBen âşıkım henıîşe sözüm âşıkanedir
Ey Fuzûlî! Benden (boşu boşuna) övgü ve yergi şiirleri isteme. Ben âşıkım! (Elbette) sözüm de daima âşıkane olacaktır.
"Ondaki aşkın ve sevginin, bedenî, sefil hazlarla ilgisi yoktur. Onun aşkı maddî hazların üstünde, tasavvufun İlâhî aşkı ile çok iyi uzlaşan ulvî bir aşktır." İnsan zaten bu aşk için yaratılmıştır. Hikmet sahipleri bunu asla inkâr etmemelidirler. Nitekim buyurur:
Arif ol sevdâ-yı aşk inkârın etme ey hakîm Kim vücûd-ı halkdan ancak bu sevdadır garaz
Ey bilge kişi! Aşk sevdasını inkâr etmemekle arif olduğunu göster. Çünkü yaratılış varlığının gayesi bu sevdadır.
Aşk işinde sevgili ön plandadır. Sevenin bu konuda takdir ve iradesi sözkonusu olamaz. Eğer aşk varsa, maşuk var demektir. Can ile canan arasındaki seçim, aşkın da temelini oluşturur. Âşıkın canı, canan içindir. Bu yolda canından geçemeyen aşktan da bahsetmemelidir. Kulak verelim:
Canı kim cananı için sevse cananın sever



Canı için kim ki cananın sever canın sever
Bu anlayışa itiraz edenler bulunabilir. Zâhid bunların başındadır. Ama ona aldırış etmemek gerekir. Zira bu düşüncesi onun gafletindendir. İşte ifade:
Muhabbet lezzetinden bî-haberdir zâhid-i gafil



Fuzûlî aşk zevkin zevk-i aşkı var olandan sor
Fuzûlî! Gafil softa, aşkın lezzetinden habersizmiş. (Elbette böyle olacak. Zira) aşkın zevkini, kendisinde aşk zevki var olandan sormak lazımdır.
Zahide göre kişinin, aşk ile adını kötüye çıkarması ayıptır. Fuzûlî'ye göre ise asıl ayıp olan, bu nadanca düşüncedir. Tıpkı şu mısralarda anlatıldığı gibi:
Der imiş zâhid ki olmak aybdır rüsvâ-yı aşk



Bu sözü faş etmesin rüsvâ-yı âlem olmasın
Sofu, "Aşktan dolayı âleme rezil olmak ayıptır" diyormuş. (Zavallı) bu sözü başkalarına söyleyip de kendisini âleme rezil rüsva etmesin.
Bu aşkta rindliğin de önemi vardır. Âşıklığın raconu rindce davranabilmek ve derin bir his kuvvetiyle bunu şiire dökebilmektir. Bu konuda Fuzûlî, Şark'ın en büyük rindlerinden Hafız ile mutabakat halindedir ve onun bir beytini aynen tercüme ederek şu iki mısraı yazar:
Secdedir her kande bir but görsem âyinim benim



Hah mü 'inin hah kâfir tut budur dînim benim
İster kafir ister mü'min olsun, nerede bir güzel görsem, ona secde etmeyi âdet edinmişim. Zira benim dinim budur.
Fuzûlî'nin aşkı, insana manevî haz veren yüce bir duygudur. Sınırsız ve engin bir sevgi hâlinde tezahür eder. Âşık bu uğurda çektiklerine razıdır. Hatta aşk eziyetlerine seve seve katlatır.Sevgiliden gelen her belaya "belî!" der. Hâlinden şikâyet etmez, bilakis memnun olur. Vuslat, aşk ateşini azaltıp söndürebilir. Bu nedenle vuslatı istemez. Ayrılık gecesinde yanıp yakılmak, vuslat şafağına erişmekten daha makbuldür. Eğer doktor bu derde çare verecek olursa, bu onu helak edebilir. Onun için derman da istemez. Sırasıyla görelim.
Cefâ vü cevr ile mu'tâdem anlarsız n'olur hâlimCefâsına had ü çevrine pâyân olmasın yâ Rab
Cefa ve eziyetler ile o kadar senli benli oldum ki, onlar olmadan hâlim nice olur (bilemiyorum). Tanrım! (İnşallah o sevgilinin) cefasına bir sınır; eziyetlerine de bir son olmaz.
Şem'i- şâm-ı firkatem subh-ı visali neylerem



Bulmuşam yanmakda bir hâl özge hâli neylerem
(Sevgilinin) ayrılık gecesinin mumuyum, (yanıyor da yanıyorum). Vuslat sabahını ne yapayım? Yanmakta kendime uygun bir hâl bulmuşum, başka hâli neyleyeyim?
Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb



Kılma derman kim helakim zehr-i dermâmndadır
Ey tabib! Aşk derdiyle hoşum. Bana ilaç vermekten elini çek. Bana ilaç verme ki, benim asıl helakim, senin vereceğin ilaçtadır.Aşık, aşkını ve özellikle sevgiliye ait sırları saklamakla yükümlüdür. Bu uğurda ser verebilirse de, asla sır verilmez.
Râz-ı aşkın saklaram elden nihân ey serv-i nâz



Gitse başım sem teg mümkün değil ifşâ-yı râz
Ey nazla salman selvi (boylum)! Aşkının sırrını başkalarından gizlemekteyim. (Emin olabilirsin,) mum gibi başımı kesseler, yine de sırrı ifşa edici değilim.
Bu sır, taşınması müşkül bir yüktür. Bu hususta felek de acımasızdır. Elinden geldiğince âşıka yüklenir. Âşık bütün bu yükler altında devamlı ezilir. Ancak yine de tahammül şarttır. Fuzûlî bu babda kendini aşk çölünün dilencisine benzetip halini şöyle anlatıyor:
Yığdı benim başıma dehr gamın neylesin



Bâdiye-i aşkda ben gibi âvâre yok
Felek, bütün gamım başıma yığdı. Ne yapsın, aşk çölünde gezen bencileyin (bir başka) avare bulamadı.
Aşk, âşıklar arasında bir imtihan ve bir yarış sayılır. Aynı sevgiliye tutkun yüzlerce âşık elbette birbirleriyle çekişme ve mücadele içinde olacaktır. Bu âşıklardan biri olan şair de kendini diğerlerinden üstün görmeye ve göstermeye gayret eder. Her şairin en büyük iddiası, en büyük âşık olduğudur. Bunu ispat için çektiği acıları sayıp dökmekle kalmaz kendini başkalarıyla da mukayese eder. Fuzûlî "âşık" redifli bir gazelinde bu tür övünmeler içinde âşıkın hâllerinden bahsettikten sonra sözüne "Fuzûlî sanma kim benzer sana âlemde her âşık" diyerek son verir. Bu, onun kendini müstesna bir âşık olarak görme-sindendir. Nitekim pek çok beyitinde Mecnun'u geçtiğini ve ondan üstün olduğunu söyler. Bu iddiasına "Levh-i âlemden yudum aşk ile Mecnûn adını (Gözyaşları ile âlemden Mecnun adını yıkayıp sildim)" mısraına ilaveten şu beyitlerini örnek verebiliriz:
Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dadı var



Âşık-ı sâdık benenı Mecnûn'un ancak adı var
Bende Mecnûn'dan daha fazla bir âşıklık istidadı var. Gerçek âşık benim. (Ama ne yapayım ki) Mecnun'un adı çıkmış.
Yazanda Vâmık u Ferhâd u Mecnûn vasfın ehl-i derd Fuzûlî adım gördüm ser-i tomara yazmışlar
Dert ehli, (âşıkları anarak) Vamık, Ferhâd ve Mecnun'un âşıklıklarını yazarken gördüm ki hepsinin üstüne Fuzûlî adını yazmışlar.
Görülüyor ki o kendini bütün efsanevî âşıklardan daha üstün görmektedir. Bu uğurda en çok andığı Mecnun'u, kendine rakip görmekteyse de mesela Ferhad'ı hiçe saymaktadır.
Aciz olmuş yıkmağa âhıyla kûhu KûhkenNeylesin miskin anın aşkı hem ol mikdâr imiş
Dağları delen Ferhad, âhıyla dağı yıkmaktan aciz kalmış. Ne yapsın, zavallının aşkı ancak o kadarmış. (Ben olsam dağı delmeye uğraşmaz, bir "âh!" çeker, yerle bir ediverirdim).
Zaten pek çok âşık da onun aşkını görünce, âşıklık iddiasından vazgeçmişlerdir: İşte ispatı:
Çok aşka heves edeni gördüm ki hevâsın Terk etdi senin âşık-ı nâlânına görgeç
(Ey Sevgili!) Senin aşkına heves eden birçoklarını gördüm. İnleyen bir âşıkın olan beni görünce, aşk hevesini terk edip gittikler.
Âşıkın en büyük arzusu sevgilinin uğrunda yok olabilmektir. Bunun için de sevgiliden tek istediği şey, bela ve derttir. Bakınız üstad bu konuda ne buyurmuş:
Hâsılım yok ser-i kuyunda belâdan gayrıGarazım yok reh-i aşkında fenadan gayrı
Senin mahallende (bulunmakla), beladan başka bir şey elde etmedim. Zaten, aşkının yolunda yok olmaktan gayrı da bir emel taşımıyorum.
Çünkü aşk denizine düşen, can lezzetini unutmalıdır (Bahr-i aşka düştün ey dil lezzet-i cam unut). Hatta âşıkın binlerce canı olsa da her birini sevgili uğruna günbegün feda edebilse:
Bin can olaydı kaş men-i dilşikestede Tâ her biriyle bir kez olaydım feda sana
(Ey sevgili!) Ben gönlü kırığın keşke bin tane canım olsaydı da; her birini sana birer birer feda edebilseydim.
Âşıklığın hâllerini anlattığı bir gazelinde sevgilinin selvi boyu için âh eden, gonca ağzı için kan ağlayan, kıvrım zülfü için perişan olup misk kokulu kakülü için avare olan, mahmur gözü için bedenini dağlayan Fuzûlî, gönlüne hitaben "Bunca zaman seni beslediğim, sevgili uğruna can vermen içindir" deyip hâline tam bir hüzün tasviri çizerek,
Vaiz bize dün dûzahı vasfetti FuzûlîOl vasf senin külbe-i ahzânm içindir
Fuzûlî! Vaiz dün bize cehennemi anlattı. Söyledikleri, senin hüzünler (içinde yaşadığın) evinden başka bir yer değildi.
Yaşadığı hayatın cehennemden farksız olduğunu söyler. Bu, onun ender şikâyet beyitlerinden biridir. Belki şu beyti de bu düşünceler içinde iken söylemiştir:
Benim teg hîç kim zar u perişan olmasın yâ RabEsîr-i derd-i aşk u dağ-ı hicran olmasın yâ Rab
Tanrım! (Âlemde) hiç kimse bencileyin ağlayıp inleyerek perişan olmasın, Rabbim! (Yine hiç kimse) aşk derdine ve ayrılık yarasına da esir olmasın.
Zira;
Muharrirler yazanda her kime âlemde bir rûzîBana her gün dil-i sad-pâreden bir pare yazmışlar
(Âlem yaratılırken) ezel gününün yazıcıları, dünyaya gelecek herkesin rızkın yazdıklarında; bana (aşk ile) yüz parça olmuş gönlümden, her gün bir parça yazmışlar.
Müthiş bir ifade! Doğrusu söylenir söz değil!..Fuzûlî'nin gazellerinden başka aşkı anlattığı manzumeleri de vardır. Su kasidesinde Hz. Peygamber aşkını ihtişamla dile getirir. Leyla ve Mecnun mesnevisi ise platonik aşkın dörtbaşı mamur ifadesidir. Bu eserde Mecnun'un Leyla'ya olan maddî aşkını derece derece ulvileştirir ve yine maddî bazlardan uzaklaştırır. Sonunda Mecnun noksansız bir âşık olur ve canını Leyla için feda eder. Bu hikâye onun aşk anlayışının bir şaheseridir ve içli ruhunun nakış nakış acılarını taşır.
Konuyu bağlayalım: Fuzûlî bütün sanat hayatını platonik aşkı terennüme hasretmiş çizgi dışı bir şairdir. O, aşkında istiğna sahibidir ve sevgiliye yük olmaz. Ondan ne vuslat, ne iyilik, ne iltifat bekler. Hele bugünkü aşk u alaka anlayışıyla asla kıyaslanamayacak bir özveri ve diğerkâmlık gösterir. Almadan verir. Kazanmadan kaybeder. Olumsuzluklar yaşar. Tabiri caizse bu aşk, küçük şeylerdeki büyük mutlulukların, belki de dertleri zevk edinmenin aşkıdır. Bilgili, kültürlü, tecrübeli bir gönül adamının ideal aşkıdır. Son olarak ilmin her çeşidine vâkıf bir bilge olan Fuzûlî'nin şu itirafı, Divân şairlerinin platonik aşk konusundaki genel düşüncesini özetlemek bakımından önemlidir:
İlm kesbiyle pâye-i rif'at Bir hayâl-i muhal imiş ancakAşk imiş her ne var âlemdeİlm bir kıyl ü kal imiş ancak
İlim tahsil ederek yüksek mevki elde etmek, ancak olmayacak bir hayal imiş. Alemde her varsa aşk imiş; ilim, sadece kuru laftan ibaretmiş.
AFRODİZYAK AŞK VE NEDÎM (Ö. 1730)
Fuzûlî'nin aşkını anlatırken sevgilinin, sahne dışında olduğunu söylemiştik. Peşinen ifade edelim ki artık Nedîm'in sevgilisi bizzat sahnenin içindedir ve âşık ile birlikte vardır.
XVIII. yy. İstanbul'unda sosyal hayatın gerçek kişileri, Nedîm'in sevgililerini oluşturur. Aşık ile sevgili artık eşit seviyede ve birbirlerine eşit mesafededirler. Bu aşk oyununda rakib, pek nadiren rol alır. Artık ten zevki ve cinsel cazibe ön plandadır. Yani onun şiirlerinde tam manâsıyla olmasa bile büyük ölçüde Afrodizyak bir aşk ile karşı karşıya kalırız. Gerçi daha önceki devirlerde de şairlerin bu tür aşkı konu ettikleri manzumelere rastlanmaktadır; ancak Nedîm bu aşkı açıkça söyleyen şairdir. Bu bakımdan Divân şiirindeki aşk anlatılırken Nedîmâne beyitler incelenmezse konu eksik kalır.
"Fuzûlî, beşerî aşkın üzüntü ve elemlerini; Nedîm ise neş'e ve sürürünü terennüm etmiştir. Hicran, üzüntü ve elem, Fuzûlî'nin hislerini ulvîleştirmiş, beşerî aşkın üstüne çıkarmıştır. Aşkın zevkini ve neş'esini bizzat tatmak ve yaşamak arzusu ise, Nedîm'i beşerî zevkler peşinde koşan bir âşık olarak göstermiştir. Hatta Nedîm, diğer şairlere yazdığı nazirelerinde bile bu şuh edasını şiirine bir kimlik olarak vurmuştur. Onun mısralarında aşk, içten geldiği gibi samimî bir şekilde ve serbestçe ifade edilmiştir. Maddî aşkın türlü heyecanlan, kaçamaklar ve çapkınlıklar, doymak bilmeyen uçarı bir âşık edasıyla anlatılmıştır. Fakat bütün bunları anlatırken asla kaba değildir. Süflî tarafı varsa da, bunu zarif bir eda ile söyler. Kurnaz ve zekice ortaya koyduğu ifadelerinde ince bir zevk anlayışı görülür. Çok perde bîrûnâne söyleyişleri bile, bayağılığın uzağında kalarak anlatır. Kısacası o, en uçuk ve hafif-meşrep ifadelerini bile dilin inceliklerinden faydalanarak sanata büründürebilmiştir.
Kadının baştan çıkarıcı cismanî güzelliği her ne kadar daha evvelden bazı mecazlar ve tasavvufî alegorilere (nefs) katıştırılmış olsa bile, Nedîm'in şiirlerinde artık İstanbul güzellerinin, yosmalarının, köçeklerinin ve mah-bûblarınm özellikleri açıkça mısraa dökülür. Nedîm'in söylediği aşk, Sadabad'da, Küçüksu'da, mesirelerde, şehrin sokak aralarında, helva sohbetlerinde, hamam eğlencelerinde, düğünlerde ve bayramlarda karşılaşılan yaşmaklı, feraceli, şemsiyeli, mendilli güzellere yöneliktir. Şarkılarında bunun geniş tasvirlerini bulmak mümkündür. Bir farkla ki, daha ziyade cüvânlar, âfet, mahbûblar yosma; civelekler ise, taze kılığında cinsiyet değiştirmiş olarak arz-ı endan ederler. Artık Divan şiirinin güzeli, ekseriyetle maşuka değil bizzat maşuk'im. İster gül-endam olsun, ister sev-i naz; ister nazın koynunda büyüsün, ister güllü dibalardan incinsin, bu güzel, o asırda yaşamaktadır ve aşk, beşerî seyrini icra etmektedir.Dikkat edilecek bir husus da şudur ki Nedîm "aşk" kelimesini pek kullanmaz. Ama söylediği her beyit aşkı anlatır. Bizce o, aşkın felsefesini yapmaktansa bizzat pratiğine eğilmeyi tercih ettiği için böyle yapmıştır.
Nedîm, âşık olacağı sevgiliyi önce ölçüp tartar. Onda ilk aradığı haslet naziklik ve nezakettir. Bütün sevgilileri bu bakımdan tam not alırlar. Şu ifadeler onundur:
Leblerin mecruh olur dendân-ı sîn-i busedenLa 'lin öpdürmek bu haletle muhal olmuş sana
Dudakların, buse kelimesindeki sin harfinin dişlerinden bile incinir. Durum bu iken, o la'l dudaklarını öptürmek senin için ne mümkün!..
Buradaki sevgili öyle nazik ki, buse kelimesindeki sin harfinin dişlerinden inciniyor. Ya şuna ne demeli;
Güllü dîbâ giydin amma korkarını azar ederNazeninim, sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni
Sevdiceğim! Gül desenli ipek bir elbise giymişsin. Ama korkuyorum ki o ipek elbisenin üzerindeki gül resminin dikeninin gölgesi seni incitecek!
Dikkat buyurulsun! Sevgilinin giydiği ipek kumaş onu incitmiyor, gül veya diken resmi incitmiyor da dikenin gölgesi incitiyor. Pes doğrusu!...Nedim sevgiliden ayrı kalmayı asla istemez. Daha doğrusu sevgilisiz kalmayı istemez. Şu söylediğine bakılırsa bunda haklıdır da:
Çünki tîr-i hecr ile oldun zahmmâk ey gönül



Çek çevir kendin ki bir kaşı keman lâzım sana
Ey gönül Ayrılık okuyla yaralandığına göre şimdi sana, kendini çekip çevirmen için yeni bir yay kaşlı lazımdır.O, haddizatında aşkın safiyetine ve kutsallığına inanmaktadır. Ancak ne çare ki nefsindeki arzuyu dizginleyemez:
Mekteb-i sinede bir tıfl-i hevâyîdir dilKim henüz anlamamış farkını aşk u hevesin
Gönül, bağrımın mektebinde okuyan heveskâr bir çocuktur, ki henüz aşk ile arzunun farkım anlayamamış.
Hele geçkin yaşta bir tazeye tutulmak, aşkın en süflî cephesini bile bize gösterebilir. Nedîm böyle bir tecrübe geçirmiş olmalı ki şöyle yakınıyor:
Aşka düştüm can u dil müft-i cüvânân oldu hep Sabr u takat masraf-ı çâk-ı girîbân oldu hep
Aşka düşünce canım da, gönlüm de, gençlerin elinde peş paralık oldu. Sabır ve tahammül varlığım ise yaka yırtmaya sarfedildi.
Güzel, ne denli işveli olursa olsun Nedîm'in olmadıktan sonra adını anlamaya tenezzül etmez. Ancak onun olması için yalvarmayı da elden bırakmaz:
Mâhsın mehden güzelsin belki amma neyleyim Alı bir şeb bürc-i âğûşumda taban olmadın
Ay gibisin, bcıki aydan da güzelsin, ama bir gece olsun kucağımda doğmadıktan ronra neye yarar!?..
Dikkat edilirse Nedîm'in geceleri, artık eski âşıkların ayrılık acısıyla âh-vâh ederek tükettikleri gecelerden farklıdır. Gece olunca sevgilinin hayalini isteyen şairler yerine bizzat sevgiliyi isteyen bir şairle karşı karşıyayız. Bu tutum, ister istemez âşık ile senli-benli olmayı doğurur. Eskiler sevgilinin adını anmayı bile neredeyse edebe aykırı sayarken, Nedîm onu kendisiyle eşit tutar. Dahası, yeri gelir ona serzenişte bulunur; yeri gelir ondan şikâyet bile eder. Yani artık roller hızla değişir. Şimdi geleneğe aykırı da olsa âşıka ram olan bir sevgiliyi görelim:
Ol perî-rû âşıka ram olsa da manî değil



Gündüzün olmazsa ahşam olsa da manî değil
O peri yüzlü, âşıkına teslim olmaya can atsa da zararı yok. Hele bu iş gündüz değil de gece olsa, yine şikâyet edilmez (hatta şükredilir).
Sevgili ile bu yakın temas, senli-benli oluş, Nedîm'in aşkına zarar getirmiş mi bilinmez. Ancak ona kavuşmak için nelere razı olduğu ortadadır:
Döğülmeğe söğülmeğe koğulmağa BillâhHep kailim amma ki efendim senin olsam
Ya şu intizara ne demeli? Bu gün bile âşıklar sevgililerine böyle bedduada bulunmazlar:
Nedîmâ 'nın budur ancak sözü ey âfet-i devrân



Gözün gibi beni bîmâr kıldın sen de bîmâr ol
Ey âfet-i devrân! Nedîm'in son sözü şudur: "Beni, gözün gibi hasta ettin; sen de hasta ol inşallah!..(Şair aslında "Beni mest edip kendimden geçirtin, sen de benim gibi ol" demek istiyor ki arzu dolu iki vücudun sükûn bulmasına işarettir.)
Nedîm'de bu tür Afrodizyak ifadeler pek çoktur. İster açık, ister üstü kapalı, hemen hemen pek çok şiirinde yaptığı budur. Düğme çözmek, yaka yırtmak, sine açmak, yoklamak, ellemek, öpmek, kucaklamak...Fazla edep dışı olmayan birkaç örnek vererek geçelim:
Çözülmüş düğmeler çâk-ı girîbân nâfe dek inmiş



Buna sabr olunur mu zâhidâ sen âşık-ı zar ol



Küşâd et düğmemi pîrâhenim aç sinemi yokla



Hele gör neylemişdir bana şimşîr-i nigâhın gel



Aceb pistânına benzer mi dikkat üzre bir baksam



Sen açsan sineni bağ içre bir kaç da enâr olsa



Gerdeninden sinesinden buseler etmişti va 'd



Cümlesinden neyleyim kâfir peşîmân oldu hep
(Bazı kelimelerin karşılıkları: nâfe: göbeğe, pırâhen: gömlek, şimşir: hançer, nigâh: bakış, pistân: meme, enâr: nar, gerden: gerdan)
Haksızlık etmeyelim. Nedim, anladığı aşkı sehl-i mümtenî denecek kadar kolay, yalın ve çıplak söyleyişlerle ifade eden şuh ve çapkın bir şairimizdir. Onun beyitlerinde sevgiliye duyulan özlem, şiddetli kavuşma arzusu, sevgilinin gösterdiği istiğna, vefasızlığa serzeniş, samimi yalvarışlar vs. ince bir söyleyişte sevimli, tabiî ve külfetsiz bir biçimde aktarılır. Çarpık eğilimleri, aykırı düşünceleri ve süflî şehvet ifadeleri bir yana bırakılırsa, onun aşkında bir masumiyet bile bulunabilir. Hiç olmazsa o, hissettiği gibi söylemiş, hislerini gözlemeye yeltenmemiştir. Şair olup da âşık olmayan bulunabilir mi? Eskilerin hepsi aşkı tatmış ve hemen hepsi bunu anlatmış. Kâh şöyle, kâh böyle. Hani yine Nedim'in dediği gibi:
Ben şâirim o kâmet-i mevzunu doğrusu



Sevmem desem de belki yalan söylerim sana
Ama Nedim, öncekiler gibi hasret, bekleyiş ve hatırlayışları, bir nimet olarak değil bir sıkıntı olarak görmekle diğerlerinden ayrılır;
Düşüp ümmîde neler çektiğimi ben bilirimB



elâ-yı keşmekeş-i intizârı benden sor
İmdi, sözü sanat eseri yapan sanatkârın onu ifade ediş şeklidir. İnce duygular ve asil düşünceler bile sanatkârâne bir forma girmedikçe âdiyattan sayılabilir. Nedîm ise açık saçık ve kayıtsız ifadelerinde bile bir yüksek sanatkâr ruhuyla hareket etmiştir. Namık Kemal, "Ne-dîm'in divânı, anadan doğma soyunmuş bir güzel kız resmine müşabihtir. Egerçi erbâb-ı mezâk bir nazarda letâ-fet-i hüsn ü ânına meftun olur, lâkin müfsid-i ahlâk olduğu için nedîm-i efkâr etmek caiz değildir." dese bile o, geleneğin en ince ayrıntılarına varasıya dek karşı çıkar ve bu hususta fırsat buldukça onu bozmaya çalışır. Zaten bu yüzdendir ki asla üstad sayılmamış, onun anlattığı aşk da kendinden sonra yalnızca zevk-perestlik olarak taklid edilmiştir.2 Nedîm'i beğenenlerden biri olan Şeyh Gâlib, onun eserlerinden etkilendiği hâlde,
Sâlik-i tavr-ı Nedîm oldun bu düşmezdi sana Hem-zebân olmaz mısın Gâlib sühan-gûlarla sen
diyerek "âdeta yazdığı nazireden de pişmanlığını" dile getirmiştir.Sözümüz burada kendiliğinden Şeyh Gâlib'in ülkesine uğradı. O hâlde konumuzu onun lehine değiştirelim:
TASAVVUFÎ AŞK VE ŞEYH GÂLİB (Ö. 17999)
Bu bölümde sözkonusu edeceğimiz aşk, tasavvuf muhitinin halk edebiyatı geleneğine uygun olarak tekkelerde neşv ü nema bulan salt tasavvuf şiirlerine (İlahî, devriye, nefes vb.) konu olan aşk değil, Divân Edebiyatı içinde kendiliğinden yer edinen tasavvufî aşktır. Zira Divân Edebiyatı'nın gündemde olduğu çağlarda tasavvuf geleneği bütün bir hayatı derinden etkiler ve ister istemez her şairin yolu bir tasavvuf muhitinden geçer olmuştur. Tabiri caizse herkesin adı, lakabı, mesleği gibi bir de belirleyici tasavvuf! görüşü mevcuttur. Adı ne olursa olsun çoğu müslümanın, hele okumuş yazmış takımının, mistik bir fikir ve sâliki olduğu bir tarikatı vardır. O dönemlerde günlük hayatın belli zamanlarında tekkeye gitmek bir tür alışkanlık, yer yer bir ruh yenilenmesi olarak görülüyordu. Bu da ister istemez tasavvufun tamamen dışında kalabilen insanları bile etkiliyor, kültür altyapısı tasavvufî dogmalar ile örülüyordu. Divân şiirindeki tasavvuf tesiri işte bu kültür muhitinin eseriydi. Pek çok şair, koyu sufîler olmasalar bile, tasavvufî imajları terennüm etmeyi şairliğin bir gereği gibi görüyorlar, en azından ifadelerine bu yolla zenginlik kattıklarını düşünüyorlardı. Bu uygulama, bazı tasavvuf terimlerine belli mecazlar yüklemişti (Âşık: Allah'ın Cemâl ve Celâl'ine müştak kişi, salik; Maşuk: Allah; meyhane: tekke; meyhaneci: şeyh; şarap; İlahî aşk; kadeh: âşıkın kalbi; sakı: mürşid vs.) Şiir yazmaya soyunan hemen her kişi, fotokopi çektirir gibi bu mecazları ezberler, bilir ve söylediği şiirde bunları zengin çağrışımlarıyla kullanırdı. Bazen kavram kargaşası yaşansa ve mecazlar birbirine karıştırılsa bile Divân şiirindeki aşkın en geniş mâkes bulduğu şiirlerde bu imajlar birer birer gururla boy gösterirdi. Bunların yarım yamalak fikirler olarak yer aldığı bazı alt gruptan şairlerin manzumeleri bir tarafa bırakılırsa, tasavvufî aşkın üstadlar elinde fevkalade bir sanata dönüştüğünü görürüz. Bu bakımdan biz, Şeyh Gâlib'i örnek seçtik.
Tasavvufa göre kainatın yaratılış gayesi aşktır. Vü-cûd-ı mutlak, aynı zamanda Kemâl-i mutlak (Salt olgunluk) ve Cemâl i mutlak'tır (Salt güzellik). O'nun şanı kendini izhar etmektir. İşte Cenâb-ı Hak da Aşk-ı Zâtı sebebiyle kendini görmek istedi ve bir ayna mesabesinde olarak kainatı ve insanı yarattı. Bir kudsî hadiste, "Ben bir gizli hazine idim. Bilinmeyi istedim ve âlemi yarattım" buyurulur. Allah'ın bilinmeyi istemesi aşktır ve bu aşk, özün özüdür. Teferruatı çeşitli tasavvuf eserlerinde ve devriye adı verilen tasavvufî şiirlerde bulunabilecek bu varoluş nazariyesinde aşk, her şeydir. Evrenin özünü aşk oluşturur ve bütün mevcudattaki ilk cevher aşktır. Bu aşkta Allah aslî sevgilidir ve her şeyin özüdür. Nasıl ki O'nun mutlak güzelliği bütün güzelliği kainata güzellik vermiş; her bir güzellik de O'ndan bir iz taşır olmuştur. Şu ünlü beyitte bu nazariye ifadelendirilmiştir:
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peyda eyledinÇeşrn-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledin
(Ey yüce Tanrı!) kendi güzelliğini (birtakım) güzeller (ve güzellikler) şeklinde ortaya koydun da sonra dönüp âşıkın gözüyle (yine o güzelliği) seyre koyuldun.
Dikkat edilirse burada gösteren de, gören de; var olan da, olduran da yalnızca O'dur. Yani "La mevcûde İllallah (Allah'tan başka hiçbir şey yoktur, var olan yalnızca O'dur.)". Madem ki var olan yalnızca O'dur, o halde O'nun dışında bir aşk da yoktur. Başka bir deyişle; sevenle sevilen aslında birdir; aşk da, belirli bir aşk objesi tanımayan gerçek aşktır. İşte tasavvuf yolu dediğimiz vah-det-i vücûd (varlığın birliği) felsefesi, doğrudan Allah'ı bilmeyi ve tanımayı gaye edinir. Bunun için yegâne vasıta da aşktır. Kişioğlu bu yolda gayret göstermekle yükümlüdür. İnsan-ı Kâmil olup Visâl-i Hak için çabalamakla görevlidir. Bunun için ilk yapacağı şey masiva'dan, (Allah'tan gayri her şeyden vaz)geçmektir. Bu da nefse hakim olmayı ve "ene (ego)"den kurtulmayı gerektirir. Böylece insan giderek fenâfillah'a erer ve Sevgili'ye kavuşur. Kavuşmanın gerçekleşebilmesi için de Sevgili'nin zatında var olan aşka tutulmak gerekir. Zira O'nun sırrı ve tecellî'nin remzi, bu aşkta gizlidir.
Tasavvufî aşk hakkında her çağda pek çok yazılar yazılmış, pek çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bunlardan birçoğu aşkı, mecazî ve hakîkî aşk olarak ikiye ayırırkenMuhiddin-i Arabi aşkı, tabiî, ruhanî ve İlahî aşk diye üçe ayırır. Mecazî aşk, hakikî (İlahî) aşka giden yolda bir deneyiş, belki bir duraktır. Hakikî aşka erişmek için mecazî aşk şart değildir. Ama olursa da kötü karşılanmaz. İşte Divân Edebiyatı bu ince noktadan hareketle mecazî ve İlahî aşkı aynı şiir potasına koyar. Anlayış ve yorum farklılıklarıyla birlikte tasavvuf çeşmesinden su içmiş her Divân şairi bunu terennüm eder. Yine de Mevlanâ'nın, "Sen canlı bir resimsin ve dünya, insan, yerdeki ve gökteki her şey kendi mahsûlü olan bir Ressam'ın eserisin. Yaratıcını bırakıp cansız ve mânâsız bir resme âşık olman doğru mudur? O habersiz şekillerden ne elde edebilirsin?"2 sorusuna kendi iç dünyasında cevap arayan şair idee'ler dünyasının gölgeler dolu mağarasından taşmayı gaye edinerek sanatına yönelir. Kur'an-ı Kerim'de "Sevgi" sözüne sıkça rastlanması ona geniş imkânlar tanımıştır. "Allah onları sever, onlar da Allahı severler (Maide, 54)" veya "Müminlerin Allah'a karşı pek şiddetli bir sevgisi vardır (Bakara, 165)" gibi ayetler bu yolda rehberdir. Keza Hz. Peygamber'in de Allah ve peygamberi her şeyden çok sevmek gerektiğine dair çeşitli hadisleri mevcuttur. Bizzat o, "Allah güzeldir, güzel(lik)i sever (Müslim, iman, 147)" buyurmuştur. O hâlde aşk'ta dînen bir beis yoktur. Bilakis bir teşvik sözkonusudur. Tasavvufa göre İlahî aşkı gaye edinmek, yeryüzündeki en yüce idealdir ve insan bunun için vardır. Ama bu ne müşkil bir hâldir; bir bilinebilse!..
Yine Mevlanâ'nın ifadesiyle "aşk öyle bir alevdir ki, bir tutuştu mu Maşûk'tan başka her şeyi yakar. "Çünki onun coşkusu ye nefesi hiçbir dünyevî zevk ile izah edilemez. Âşık bu yolda harap vaziyettedir; kınanmışlığa aldırmaz. O varlıktan üryandır, dünyası ve maddesi yıkıktır. Gözü yaşlıdır ve bu yaşlar Sevgili'yi göremeyince dinesii değildir.Onun derdinin dermanı yine aşktır ve ondan şikayet en büyük isyandır. Aşk öyle bir denizdir ki dibi bulunmaz, öyle bir sırdır ki her gönül kaldırmaz; ehli olmayanlara anlatılmaz.
Aşk, ilimden üstündür, onsuz iman taş misali kurudur.Aşk ikilikten kurtarır, fanilikten çıkarır, tevhidi gerçekleştirir.Aşk bilineni unutturur, boşaltıp yeniden doldurur. Aşıklar ölesi değildir ve aşk edebîdir. Menfiyi müspete, kötüyü iyiye çeviren yine aşktır. kuru ağacı yeşerten bir dinamizm kaynağıdır.Aşk menfaatsiz ve şuurlu bir kulluğa yöneltir, güzel ahlâkı gerçekleştirir.İlâhî aşk gözü ile bakılınca bütün kötüler iyi olur; cümle eksikler biter. Dostun dostu sevilir;dost olunca en aciz kullar için bile menfaatler terkedilir. Sevgi, gaye edinilir,herkes ve herşey sevilir.Herkesle barışık olunur. Her muhtaca yardım edilir. Velhasıl İslam'ın emrettiği herşey yapılır, yasakladığı her şey terkedilir. Yani bu nevi aşk'ta önce İslam,sonra tarikat kaideleri geçerlidir.
Şimdi isterseniz bu söylediklerimizi Şeyh Gâlib'in dizelerinden takib edelim ve onun fikirleriyle tasavufî aşkı tanımaya çalışalım:Galip Dede tevhîd türünde yazdığı bir tercî-i bendinde,
Pertev-i envâr-ı Cemâlin Sen'in Aşk ile verdi dü-dhâna sebat (...)Doldu tecelli-i Huda'dan sivâ Şems-i muhabbet edicek iltifatÂh mine'l-ışkı ve hâlâtihîAhraka knlbî bi harârâtihî
(Ey sevgili!) Senin Cemal'inin nurlarının ışığı, iki cihana aşk ile varlık verdi. (..) Sevgi güneşi doğunca, bütün varlık âlemi, Allah'ın tecellîleri ile doldu... Âh aşkın elinden ve onun hâllerinden!... Gönlümü hararetiyle yaktı yandırdı!...
diyerek İlahî aşkı hem somut olarak anlatır; hem de aşkın ortaya koyduğu tecellîlerden gönlünün yanık olduğunu söyler. Onun aşk tanımı ise "Aşk bir şem-i İlahî'dir benim pervanesi" mısraında vecîzeleşir, ki tam da tasavvufî aşkın özüne taalluk eder. Aşk bir yanan mum; âşık da onun cezbesiyle, çevresinde dönmekten kendini alamayan bir pervane...
Tasavvufta aşkı tadan (mürîd) ve tattıran (Tanrı) yanında, buna vesile olan bir mürşid de gereklidir. Gâlib'in Mevlanâ'ya karşı olan sonsuz bağlılık ve saygısı bunu ispatlar:
Efendimsin, cihanda itibârım varsa sendendirMeyân-ı âşıkânda iştiharım varsa sendendir
(Ya hazret-i Mevlanâ!) Efendim sensin. Cihanda bir itibarım varsa sendendir. Âşıklar arasında (âşıklıkta) şöhretim varsa, o da sendendir.
Aşkın en önemli belirtisi ıstırap ve elem iken Gâlib'in tasavvufu aşkının lâzım-ı gayr-ı mufârıkı (onsuz olunamayan), bunları karşılayan ateştir. Gâlib divanım üstünkörü tararken gördük ki onun en çok kullandığı iki kelime aşk ile atehtir. Denilebilir ki bu iki kelime, onun şiirinin anahtar sözcükleridir. Bunları birlikte kullandığı beyitlerde İlahî aşkın en cazip terennümlerini verir. Birkaç örneğini sıralayalım:
Berk-i hatif gibi bu kayd-ı sivâdan güzer et



Erişen har u hasa âteş-i aşkı siper et
Tanrı'dan gayrı bütün varlıklara karşı çakıp-sönen, gelip-giden şimşek gibi geçip gidici ol. Üstüne sıçrayan çer-çöpe (dünya ilgilerine) karşı da, aşk ateşini siper eyle (onları o ateşle yak).
Çün oldum can u dilden mazhar-ı aşk olmağa tâlib



Düşüp bir âteşe seyreyledim her sû vü her cânib
Aşka mazhar olmayı can u gönülden isteyince, öyle bir ateşe düştüm ki (artık o ateşle) her yana ve her yöne (kendinden geçmiş olarak) gider oldum.
Gül âteş gülbün âteş gülsen âteş cûybâr âteş



Semender-tıynetân-ı aşka bestir lâlezâr âteş (...)



Mürekkebdir vücûdı tâ ezel yek-pâre sûzişden



Anâsırdan meğer uşşâka olmuşdur duçar âteş
Gül ateş, gül fidan ateş, gül bahçesi ateş, (oradan geçen) ırmak da ateş. Aşkın semender yaratılışları için lale bahçesi olarak ateş yeter.(...)(Âşıkın) vücûdu ta ezelde yekpare bir yanıştan yaratılmıştır. Meğer dört unsurdan (toprak, hava, su, ateş), âşıkın hissesine ateş nasib olmuştur.
Yek renkdir zebân-ı hakikatle hüsn ü aşkBang-ı hezâr şulesidir âteş-i gülün
Gerçeklerin lisanında güzellik ile aşk aynı renktedir. Bülbülün sesi, gülün (aşk) ateşinin yalımıdır.
Bu beyitte şairin, "Aşk odu önce maşuka, andan âşıka düşer" hikmetini terennüm ettiği görülür. Zaten tasavvuftaki aşkın özü de Maşûk'a (Allah'a) aittir. Onun içindir ki tasavvuf erleri aşk yolunda kendilerini iki sınıfa ayrırlar: İsteyerek aşkın peşinden koşanlar ve aşkı teslim alması için istenenler. Yani aşkı arayanlar ve aşkın aradıkları. Buna dair Gâlib bir müseddesinde;
Tedbirini terk eyle takdir Huda'nındırSen yoksun o benlikler hep velim ü gümânındırBirdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındırDevrân olalı devrân erbâb-ı safânındırAşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır Koyma kadehi elden söz pir-i mugannidir
(Hadislere karşı) tedbirler alıp durmayı bırak. Takdir Allah'ındır. Sen yoksun. O benlikler hep birer vehim ve zandan ibarettir. (Elinden geliyorsa) birdenbire bu aşkı; bu armağan (ancak) bulanındır. Devrân, devrân olalı, İlahî aşk sahiplerinindir (yani cihanın zevkini onlar sürer).Âşıkta keder neyler? Gam, dünyaya değer verenlerindir. (Sen), elinden (İlahî aşk) kadehini bırakma ki söz, meyhanecinindir.
İlahi aşk, âşıkın kimyasıdır. Onunla tutulan toprak altın olur. Gâlib bu fikri şöylece vezne dökmüş:
Nigâh-ı dîde-i hûnbâr-ı aşk kimyadır



Aşkın kan dolu gözden bakışı, bir kimyadır.
Ancak bu kimyaya erişmek için, önce gözün kan çanağına dönmesi gerektir. Yani yine eziyet, sıkıntı, ayrılık, ıstırap, acı ve nihayet ahlar, figanlar, feryadlar ve kan ağlayan bir göz. Âşık için bu öyle pek zor bir şey de değildir. Zira daha Ezel'de ruhlar yaratılırken ona bu nasip verilmiştir. İşte ifadesi:
O zaman ki bezm-i canda bölüşüldü kâîe-i kânı



Bize hisse-i mahabbet dil-i pare pare düşdü
Can meclisinde, yani Kalû Belâ da (herkes nasibini beklerken) istek (ve kâm alma) kumaşı bölüşüldüğünde, sevgi hissesi olarak bize şu paramparça olmuş gönlümüz düştü.
Şeyh Gâlib aşkın kısa tanımını veren bir kıt'a yazmıştır. Burada aşkın, insan ruhundaki zıtlıklarla nasıl şekil ve hayat bulduğuna değinilir. Kıt'a şudur:
Kevser-i âteş-nihâdm adı aşk



Dûzah-ı cennet-nümânın adı aşk



Bir lügat gördüm cünûn isminde ben



Anda hep cevr ü cefânın adı aşk
Aşk dediğin şey ateş yaratılışlı bir kevserdir. (İçmek istersin, ama ateştir.) Cennet gibi görünen cehennemin adını da aşk koymuşlar (girmek istersin, ama yanarsın). Ben "Çılgınlık" adı verilen bir lügat gördüm ki, içinde ne kadar cevr ü cefâ (ile ilgili kelime) varsa, karşılarına hep "aşk" yazılmış.
İşte bütün bir tasavvufî aşkın özeti bu dört mısrada-dır. İsteyen istediği gibi yorumlar; dileyen gönlünce nasibini alır.Şeyh Gâlib'in tasavvufî aşka dair başlıbaşma bir şaheser olan eseri, Hüsn ü Aşk mesnevisidir. "İlk bakışta beşerî bir aşkın hikâyesi olarak kabul edilebilecek bir mahiyet gösteren bu mesnevi, aslında Hüsün ve Aşk'ın sûfîyâne güzellik telakkilerin ibelirten tasavvufî bir aşkın hikâyesidir. Bu eserin daha adından başlayarak -ki Hüsn, Hüsn-i Mutlak-ı ,Aşk da İlahî aşkı temsil eder-, bir tasavvuf neşvesiyle kaleme alındığı ve ilk beyitten son mısraa kadar, alegorik bir aşk çerçevesinde tasavvufun anlatıldığı apayrı bir konudur.
Sözü bitirelim: Divân Edebiyatında aşk bahsi açıldığında hiçbir şairin sözü bitesi değildir. Gerçekte de bu konuda ne söylense azdır. Hani buyurmuş ya üstad;Aşk imiş her ne var âlemde
İskender PALA

Wednesday, January 31, 2007

CANAN ARAMIZDA BİR ADINDI

Canan Aramızda Bir Adındı / Ümmühan Gökmen



Ben kandan elbiseler giydim.
Hiç değiştirsinler istemezdim.
Sezai Karakoç



-Divan şairiyle bir mükâlememdir.-



Hitab-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
Cevab-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
(Leskofçalı Galip)



Lise yıllarımda başlamışa sana vurgunluğum. Bir ders kitabının satırlarında görmüştüm, seni İlk kez. Daha doğrusu görmemiştim de sadece sesini duymuştum. O ses ki ayaklarımı yerden kesmişti, o ses ki bir daha hiç kopmayacak bir ba kurmu tu kalbimden kalbine. Bir duyuşta ezberleyivermiştim sözlerini, hepsini anlama am bile... Çünkü onlar söz değildi sadece, bir ritim, bir ahenk, bir musiki; dahası, zihnime bilinmedik alemlerin uzak ve efsunlu diyarlann, belki de en çok merak ettiğim kalp ülkesinin resmini çizen fırça darbeleriydi. İçimde tutamazdım bu heyecanı. Duyduğum sesi arkadaşlarıma da duyurmak onları da bu büyüleyici güzellikten haberdar etmek istedim. İstedim ki onlar da yaşasınlar bu heyecanı, onların da ayaklan yerden kesilsin onlar da uzak diyarlann esintilerini ruhlannda hissetsinler. Ancak hiçbiri olmadı. Heyecan beklediğim gözlerden garip ve alaycı bakışlar¬dan başka bir şey bulamadım... O gün sustum ve seni yalnız yaşamaya karar verdim. Zira nadana kitap-asa açılmamak gerekti.
Artık her yerde senin sesini, sözünü belki de gönül gözüyle gördüğüm seni takip eder olmuştum. Sana dair haberler almak istiyor, seni tanıyan birileriyle konuşarak susuzluğumu gidermek istiyordum. Ne var ki buralarda herkes yabancıydı senin sesine, sözüne, ahengine. Lise yıllarım gizli bir hazinenin peşinde iz süren korsanlar gibi seni aramakla geçmişti. Neredeydin, ne yapıyordun, hangi acılar yakıyordu yüreğini ya da hangi mutlulukların peşinde sürükleniyordun. Sana dair bildiğim tek şey cefadan usanmayan bir sevgilin olduğu ve bu sevginin seni el âleme rüsva ettiğiydi. Gönlündeki ateşin yakıcılığından bahsetmiştin. Yanan gönlünden yükselen bu ahlar gökte güneşleri bile tutuşturuyordu da muradının mumu bir türlü tutuşmuyordu.



Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı
Felekler yandı ahımdan muradım şem‘i yanmaz mı
(Fuzuli)



Senin yangınların gökleri yakar güneşleri tutuştururdu da o alevin bir katresi karanfil gibi düşmez miydi yüreğime? Artık benim de yüreğinin yangınlarına eş yangınlarım vardı. Bulmalıydım seni, bilmeliydim hâllerini hatta en yakının olmalıydım ya da en yakınında. Aşkını yüreğine hapsedemediğin zaman, kelimeler gözyaşları gibi önüne geçilmez olduğunda, inci tanesi damlaların ruhumun alev kanatlarına birer şebnem gibi düşmeliydi. Ben seni ayıplamazdım aşk hâllerinden, aşkın hâllerinden dolayı. Her liseli gibi ben de üniversite eşiğinden atlayarak kader manzarasında anlamlı bir yer edinme sürecinde bir tercihle karşı karşıyaydım. Ya senin izini sürecek ya da ailemin de arzu ettiği büyük makamların peşine düşecektim. Senden vazgeçmem mümkün değildi artık. Fareli köyün kavalcısının peşine düşen çocuklar gibiydim. Neyin peşine düştüğümün çok da farkında olmadığım aşikârdı. Ama diğer taraftan sesinin büyüsünden kurtulmam da mümkün değildi. İzini sürerek vardığım üniversite koridorlarında herkes az çok seni tanıdığını iddia ediyordu. Bu durum ilk zamanlar bende tarifsiz heyecanlara sebep olsa da kısa süre sonra gerçeklerin farkına varacaktım. Buradakilerin sana dair malumatı suretten ibaretti. Ömründe bir gülün güzelliği karşısında kendinden geçecek hâle gelmemiş kimseler, senin güle vurgunluğunu; sevdiğinin kapısında ondan gelecek bir tebessüm için ömür boyu sabırla beklemeyi göze almayanlar, senin feryatlarını anlayamazlardı. Seni tanıma yolunda yalnız ve ümitsizdim artık. Ama sen her geçen gün ruhuma fısıldadığın başka başka nağmelerle beni hiç yalnız bırakmıyordun. Artık sürekli seni ve hâllerini takip eder olmuştum. Seninle her karşılaşmamızda zaman ve mekândan soyutlanıyor, bazen yüzyılları aşarak kendimi bir şiir meclisinde seni gözlerken bazen de seni bir divanın sayfaları arasından beni izlerken buluyordum. Artık seni başkalarından değil bizzat senin sözlerinden ve gözlerinden tanımaya başlamıştım. Mesleğini sordum âşıklık dedin, hâlini sordum müptelalık dedin. Artık bu meslekte sen üstat ben talebe, sen mürşit ben mürit, sen şem ben pervaneydim. Senin ruhunun ve kalbinin inceliklerine bakarak kendimi fark etmemden mi; yoksa kalbimde bulup da adını koyamadıklarımı, kelimelere dökemediklerimi senin en muhteşem şekilde ifade etmiş olmandan mı kaynaklanmıştı sana olan vurguluğum? Hâlâ bilmiyorum. Yüzünde hep bir hüzün, gözlerinde binlerce manayı bağrında saklayan bakışlar vardı. Derdini anlatmanı bekledim ama sevgiliden şikâyet zannedilir endişesiyle söylemek istemedin. Ama hâl lisanın ve dudaklarından dökülen birkaç mısra aşk yolunun inceliklerine dair derslerimizin başlangıcı gibiydi.



Cihanda âşık-ı mehcur sanma rahat olur.
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur.
(Şeyhülislam Yahya)



Bu yolun sarp ve dikenli olduğunu baştan kabullenmiştin. Ocaklar gibi yansan da gam izhar eylemeyecektin. Gündelik hayatın karmaşası içinde her an seni görmem en azından sesini duymam mümkün olmuyordu. Derin sessizliğe gömülmüş akşamlardan birinde, sevdiğinin hercailiklerinin seni hüzünlendirdiği bir anda karşılaşmıştık seninle yine. Gökyüzünde parlayan ay nasıl menzilden menzile dolaşıyor yerinde durmuyor, dünyanın etrafında dönerek dünyanın başını döndürüyor, felekleri inletiyorsa senin sevgilin de kelebek misali gönülden gönüle konarak seni inletiyordu.



N’oldun inlersin felek hercai cananın mı var
Seyreder her menzili bir meh-i tabanın mı var
Zati



Seninle buluşmalarımız genellikle kendimi hayat denizinin bir kenarında, suyun nakşı yakamozları ya da gülün gökteki izdüşümü yıldızları izlerken bulduğum zamanlara denk geliyordu. Sen çoğu zaman farklı bir suret ve isimle çıksan da karşıma, yüreğinin yangınları hep aynıydı. Bana aşkın diğer adının hasret olduğunu anlatıyordun yine. Sevdiğinden küçük bir işaret bekliyordun ama o sürekli seni erteliyordu. Sevgilinin bir an önce bu bekleyişlerine son vermesini ve bir vuslat müjdesi göndermesini bekliyordun.



Vaslım dilersin çün dedin lutfedeyim olsun dedin
Yarın dedin bir gün dedin ferdalara saldın beni.
Baki



Bu bekleyişte gündüzler kış geceleri gibi, geceler yaz günleri gibi uzundu. Bitimsiz gecelerin kaç saat olduğunu yıldız ilmiyle uğraşanlardan, vaktin hesabını tutanlardan değil senin gibi gam müptelalarından sormak gerekti.



Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir
Müptela-yı gama sor ki geceler kaç saat
La Edri



Bir kez olsun onu görmek, hâlini ona arz etmek istiyordun. Ancak rakiplerin buna fırsat vermiyordu. Gülün çevresini saran dikenler gibi yâre giden bütün yolları kesmişlerdi. Bir defasında yâri tenha bulmuştun amma bu kez de kendini kaybetmiştin.



Arz-ı hâl etmeye cana seni tenha bulamam
Seni tenha bulacak kendimi asla bulamam
Ulvi



Senin bu hâllerini gördükçe kalbimden ve bana edip eyleyeceklerinden daha bir korkar olmuştum. Bu kadar büyük yangınlara tahammül edecek güçte değildim ben. Kalbim kendini ateşe atarken beni yangınlardan koruyabilir miydi? Dertlerin dayanılmaz hale gelmişti. Artık onun için canından geçmeye hazırdın, canımdan geçmeye hazırdım.



Canımı canan eğer isterse minnet canıma
Can nedir kim kurban etmeyem cananıma
Fuzuli



diye düşünüyordun ancak aldığın cevap hiç de beklediğin gibi değildi. Yoluna canım revan etsem gerek cana dedim
Yüzüme bin hışm ile baktı dedi canın mı var.
Zati
Görünen o ki sen bu aşıklık mesleğinden, müptelalık hâllerinden kolay vazgeçecek değildin. Bunca cevr u cefaya rağmen şöyle dediğini duyuyordum sevdiğine:



Gül gülsün gonca açılsın bana sen gül yeter
Ağlasa bülbüllerin ey gonca tek sen gül yeter.
Zati



Ağlamayı bülbüle gülmeyi güle layık görmüştün yine. Ve o gülün bir gülüşü cihanlara değerdi senin için. Artık o hâle gelmiştin ki kendini Ferhat ve Mecnun’la yarıştırıyordun bu meslekte. Âşıklıkta onlardan ileri olduğunu iddia ediyordun.



Galib-i divaneyim Ferhad u Mecnun’a sala
Yüz çevirmem olsa dünya bir yana sen bir yana
Şeyh Galip



Ve sürekli yalvarıyordun;



Ya Rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem bela-yı aşktan kılma cüda beni
Fuzulî



Bu aşk belasından bir an bile ayrılmak istemiyordun. Aşkının bitmesinden tükenmesinden korkuyordun. O yüzden Vedud olan kaynaktan istiyordun aşkının artmasını azalmamasını. Ya Leylâ ne yapıyordu bu arada? Leylâ Mecnun kadar mecnun değil miydi? Ama bütün bu belalardan daha belalısı da vardı. Asıl bela bu belalara alışmak ve onları mutluluk vesilesi saymaktı.



Bela budur ki alıştı belalarınla gönül
Gamın da gelse dile bais-i meserret olur
Nef’i



(Aşk, her dalgasıyla kıyıları aşındıran dahası tüketen bir deniz; bense tükendiğini bildiği hâlde kendini dalgaların kucağına atmaktan kendini alamayan bir kıyı mı olacaktım?) Bu yolun yolcusu ve dahası delisi olduğunu duymayan kalmamıştı. Herkes kendini bu kadar rüsva etmenden dolayı seni kınıyordu ama sen kınayanların kınamalarına aldıracak değildin.



Gönülde bir gamım var ki pinhan eylemek olmaz
Bu hem bir gam ki el ta‘nından efgan eylemek olmaz
Fuzulî



Gönlündeki gamı kimseden gizlemiyor, elin ayıplamasından çekinmiyordun. Haykırışlarına cevap veren, yanan gönlüne bir su serpen yoktu. Oysa bir kelam hatta bir selam yetecekti sararmış benzini gül bahçesine çevirmek için. Ve sesleniyordun:

Yârin bize bir selamı yok mu
Gam defterinin tamamı yok mu
Hâl-i dilin intizamı yok mu
Vuslat gibi bir meramı yok mu
El’an bir ihtimal kaldı
İnsafın o yerde namı yok mu
Şeyh Galip



Ama yine umursanmadın. Artık çevrendekiler bu umursamaz sevgiliye kızmaya başlamışlardı. Ona zalim yaftasını giydirmişlerdi. Ama senin bunlara tahammülün yoktu.



Yârin cefası cümle vefadır cefa değil
Yâri cefa kılar diyen ehl-i vefa değil
Fuzulî



diyerek onları susturuyordun. Gayrıyı susturuyordun ama artık yüreğinin tüm olup bitemeyenlere tahammülü kalmamıştı. İçten içe sen de sitemlere başlamıştın gül desenli elbise giydiğinde o güllerin dikenlerinin gölgesinin zarar vermesinden korktuğun nazlı yârine.



Güllü diba giydin amma korkarım azar eder
Nazeninim saye-i har-ı gül-i diba seni
Nedim



Yüreğinin bir köşesinde bir gül yaprağının sararmaya yüz tuttuğunu kalbini gülün dikenine dayamış bülbülün son nefeslerini verdiğini fark etmiyordun. Bu âlemde her şey fâni olduğu gibi fânilere duyulan sevgiler de fâni idi. Artık sitemlerini çekinmeden gönderiyordun kalpsiz yârin kalbine.



Ben umardım ki sen yâr-i vefadar olasın
Ne bileydim ki seni böyle cefakâr olasın
Baki




Leylâ faslı, çabuk biten bahar mevsimi gibi geçmeye başlamıştı yüreğinde. Sabahlara kadar süren yalvarışların, Kâbe’de ettiğin duaların karşılıksız kalmasından korkuyordun? Ya aşkın biterse ya alıştığın belalar yağmur gibi yağmazsa hâlin nice olurdu? Onu en son Sa‘dabad’da seyran ederken görmüştün. Ama o da ne? Gölgesini bile çok uzak mesafelerden tanıyan sen, sevgilini yanından geçerken tanıyamamıştın. Gördüğün sevgilin olamazdı. O dünya güzeli gitmiş, yerine esmer kara kuru bir kız gelmişti. Üstelik yüzü de sivilcelerle doluydu. Yüreğinin tenhasında, kalbini gülün dikenine dayamış bülbül son nefesini verdiğinde solanın gül değil, bülbül; güzelliğini kaybedenin Leylâ değil Mecnun’un kalbindeki aşk olduğunu fark ettin. Bülbülün gül renkli gözlerini son kez görmek için yüreğine baktığında artık gülden de bülbülden de bir eser kalmamış olduğunu gördün. (Leylâ gece demek. Gece ki örter tüm örtülmesi gerekenleri. Ondaki tek ışık ay ışığıdır. Her şey müphemdir, her şey belli belirsizdir onda. Varlık gerçek renginde değildir. Hiçbir şeyin hakiki sureti görülmez o diyarda. Bu yüzden Leylâ’ya vurgun belki de Mecnun. Ve aydınlık… İşte Leylâ, işte sen. ‘Leylâ!’ dedi, Mecnun ‘Leylâ!’ İsminin Leylâ olduğunu bile bilmeyen Leylâ cevap veremedi bu çağrıya. )




Dil beyt-i Hüdadır anı pak eyle sivadan
Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde
Erzurumlu İbrahim Hakkı

MUMUN PERVANE İLE KONUŞMASI



Gulistan - Sadi Sirazi




…..Çok iyi hatırlıyorum. Bir gece uyuyamadım. Gözüme uyku girmedi. Pervanenin, muma şu sözleri söylediğini işittim.

Ey sevgilim! Hadi ben aşığım, yansam da yeridir. Peki ya sen neden yanıyor, niçin ağlıyorsun?

Ey benim biçare aşığım! Benim yanmama, ağlamama sebep nedir bilir misin?

Benim tatlı balım vardı. Beni ondan ayırdılar. Şirin’im haksızlıkla elimden alindi. İste Ferhad gibi tepemden ateş çıkıyor. Gece meclisi aydınlatan ışığıma bakma. İçimi yakan ateşe bak.

Mum, hem bu sözleri söylüyor, hem de sararmış yanağından sel gibi gözyaşı dökülüyordu.

Mum, sözüne devamla pervaneye dedi ki:

Ey pervane! Ey aşk iddiacısı! Aşk, senin için değil. Seninki bir kuru iddiadan ibaret. Sende ne sabır var, ne metanet ve tahammül.

Sen azıcık bir ışık ve ateş gördün mü, hemen yanıyorsun. Ben ise tamamıyla yanıncaya kadar dikilip duruyor, dayanıyorum. Aşk ateşi senin yalnız kanadını, benim ise vücudumu, baştan aşağı yakar.

Sadi de mum gibidir. Dışı parlaktır, ama içi yanmıştır.

Artık gece bitiyor, sabah oluyordu. Peri yüzlü bir hizmetçi gelip mumu söndürdü.

Zavallı mum, dumanı tepesinden çıkarken:

Aşkın sonu budur işte, dedi ve can verdi.

Aşıklığın ne demek olmak istersen anlatayım: Ölmek suretiyle yanmaktan kurtulmak…

Sevgilisi eliyle öldürülen aşığın mezarına gidip de ağlama, bilakis sevinerek şöyle de:

Ne mutlu ona! Sevgilisinin makbulü olduğu için sevgili onu öldürmüştür.

Aşık isen bu dertten kurtulmaya çalışma: yalnız Sadi gibi garazsız, ivazsız aşık ol.

Aşık bir fedai demektir. Nasıl ki, bir fedai gayesine varmadıkça emeline erişmedikçe başına taş ve ok yağsa meydandan çekilmezse, aşık da öyledir.

Ben sana denize açılma demiyorum. Açılacak olursan tufana bile katlan, diyorum.

ARUZ ÖLÇÜSÜ

1- Aruz ölçüsünde heceler açık (kısa), kapalı (uzun) ve medli hece olmak üzere üçe ayrılır.
2- Başlıca tef‘ileler şunlardır: Fa‘ (-), Fe ul (. -),Fa‘ lün (- -), Fe i lün (. . -),Fâ i lün (- . -), Fe û lün (. - -), Mef û lü (- - .), Fe i lâ tün (. . - -), Fâ i lâ tün (- . - -), Fâ i lâ tü (- . - .), Me fâ i lün (. - . -), Me fâ î lün (. - - -), Me fâ î lü (. - - .), Müf te i lün (- . . -), Müs tef i lün (- - . -), Mü te fâ i lün (. . - . -)... Burada tef‘ilelerle parantez içindeki hecelerinin değerlerinin aynı olduğuna dikkat ediniz.
3- Aruz vezninde tef‘ileler heceleri bölebilir. Hece ölçüsündeki gibi okuyuşta tef‘ilelerde durgu yapılmaz.
4- Aruz vezninde hecelerin kısalığı ve uzunluğu esas olduğu için bazı Türkçe kelimeler kısa olduğu halde vezin gereği uzun okunur; buna imale denir. İmale kısa heceyi uzun yapar. Arapça ve Farsça kelimelerdeki bazı uzun seslerin vezin gereği kısa okunmasına da zihaf denir. Zihaf ise imalenin tersine uzun heceyi kısa yapmayı sağlar. Hece ölçüsünde böyle bir mesele yoktur. Türk edebiyatında imale çok sayıda bulunmakla beraber zihaf kusuru hoş karşılanmadığı için çok az yapılmıştır.
5- Farsça tamlama eki olan “-i” ile “ve” anlamındaki “ü, vü” bağlacı vezin gereği uzun da kısa da olabilir.
6- Medli heceler hafif bir “i, ı” sesi varmış gibi okunur. Bahâr kelimesi bahâr[ı], eşkden kelimesi ise eşk[i]den şeklinde söylenmelidir.
7- Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün kalıbıyla yazılan şiirlerde ilk tef‘ile bazı mısralarda Fâilâtün, son tef‘ile ise Fa‘lün olabilir. Bu sadece bu kalıba özgü bir durumdur. Bu kalıpla yazılan şiirlerde başta imale yapmaya gerek yoktur. Farklı tef‘ile parantez içinde hemen altında gösterilir.
8- Türkçe kelimelerle aruz veznindeki başarı Muallim Naci ile başlamış olup Türk aruzu Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı ve Mehmet Âkif Ersoy tarafından gerçekleştirilmiştir. Hatta Mehmet Âkif o kadar başarılı olmuştur ki bir çok kişi İstiklâl Marşı'nın hece ölçüsüyle yazıldığını zanneder. Oysa bu marş aruzun “Fe i lâ tün / Fe i lâ tün /Fe i lâ tün /Fe i lün” kalıbıyla yazılmıştır.
9- Aruzla yazılan bir şiirin hece sayısı bazan eşit olabilir. Mısralardaki açık kapalı dizilişinin aynı olması o şiirin aruzla yazıldığın gösterir.
Cânı cânânı bütün vârımı alsın da Hüdâ 15 hece
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ 15 hece
10- Sessiz bir harfle biten kelime vezin gereği açık olması gerekirse, kendinden sonra sesli ile başlayan bir hece varsa birinci kelimenin sonundaki harf, ikinci kelimenin ilk hecesine ulanır. Buna ulama denir. Ulama kapalı heceyi açık yapar. Ulama genellikle yapılır; fakat her zaman yapılmak mecburiyetinde değildir.
11- Servet-i Fünun edebiyatçıları bir şiirde değişik aruz kalıpları kullanmak suretiyle serbest vezne zemin hazırlamışlardır. Cenap Şahabetin'in “Elhân-ı Şita” adlı şiiri bu şekilde yazılmıştır. Bu şiirdeki bazı mısralar Feilâtün / Mefâilün / Feilün, bazı mısralar ise Mef‘ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün kalıbıyla yazılmıştır.
12- Bir şiirin vezni en az iki mısradan hareket ederek bulunabilir. Tek mısraa bakarak vezin bulunmaz.
13- Mısralardaki imale ve zihaf kusuru olan heceleri altı çizilerek belirtilmiştir.
14- Bir şiirin vezni bulunurken şu işlemler yapılır:
a) Veznini bulacağımız mısraların hecelerindeki uzun seslilere dikkat ederek yazmalıyız.
b) Önce mısralardaki hecelerin açık mı kapalı mı oldukları tespit edilir.
c) Medli hece olup olmayacağı özellikle kontrol edilmelidir. Bu ihmal edilirse bir mısradaki hece değeri eksik çıkar. Mısralardaki heceler sayılarak medli hece olup olmadığı konusunda bir ipucu yakalayabiliriz.
d) Hecelerin açık kapalı değerleri karşılıklı kontrol edilir. Önce imkân varsa ulama, yoksa imale yapılır. Zihaf çok az bulunduğu için en sonra o ihtimal düşünülür.
e) Hecelerin karşılaştırılması yapıldıktan sonra açık kapalı değerleri çizgi ve nokta şeklinde ayrı bir yere geçilir. Mısra sayısına göre tef‘ile sayısı tahmin edilmeye başlanır. İlk tef‘ile en az heceden oluşur. Genelde az heceli Fa’, Fe i lün, Fâ i lün gibi tef‘ileler sonda bulunur.
f) Yazılan aruz kalıbı ile işaretler arasında uyum olmasına dikkat etmelidir.


ARUZ KALIPLARIYLA İLGİLİ UYGULAMALAR


Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım
Kurbânın olam var mı benim bunda günâhım (Nahîfî)

Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın;
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme (Tevfik Fikret)

Duydum seni istiyor bu vicdan
Bildim sana vâsıl oldu cânân (Abdülhak Hamid Tarhan)

Memleket bitti, yine bitmedi sen, ben....
Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz düşmen (Namık Kemal)

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş renkli bir yığın yaprak (Ahmed Haşim)

Âsûde olam dersen eğer gelme cihâna
Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan (Ziya Paşa)

Hayır mâtem senin hakkın değil, mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez âfâkım. (Mehmed Âkif Ersoy)

Çatma, kurban olayım çehreni, ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...
Hakkıdır ,Hakk'a tapan milletimin istiklâl! (Mehmed Âkif Ersoy)

Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle
Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle (Yahya Kemal Beyatlı)

Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizdenim
Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim. (Yahya Kemal Beyatlı)

Sitanbul’a geçmiş idim salı gün
Cihân görmesin ânın emsâli gün (Keçecizâde İzzet Molla)

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü tutuşan odlare kılmaz çâre su (Fuzûlî)

Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede (Nahifî)

Hani ol gül gülerek geldiği demler şimdi
Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz (Mâhir)

Ne Süleymân ne Selîm'in kuluyuz
Hazret-i Rabbi rahîmin kuluyuz (Esrar Dede)

Anı hoş tut garîbindir efendi işte biz gittik
Gönül derler ser-i kûyunda bir dîvânemiz kaldı (Hayâlî)

Geçer firkat zamânı böyle kalmaz
Sağ olsun sevdiğim Mevlâ kerimdir (Nâilî)

Cihânda âşık-ı mehcûr sanma râhat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur (Şeyhülislâm Yahya)

Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın
Ol va'de-i tekrâr be-tekrârı unutma (Esrar Dede)

Gül hasretinle yollara tutsun kulağını
Nergis gibi kıyâmete dek çeksin intizar (Bâkî)

ARUZ KALIPLARIYLA İLGİLİ UYGULAMALARIN İZAHLARI

Göz gördü / gönül sevdi / seni ey yü / zü mâhım seni: imale
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Kurbânı /n olam var mı / benim bunda / günâhım (Nahîfî) Kurbânın olam: ulama
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Mef'ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün


Açınca yel / keni hiç bak / ma, oynasın / varsın;
. _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ _
Kayık çocuk / gibidir: Oy/ nuyor mu kay / detme (Tevfik Fikret)
. _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ _
Mefâilün / Feilâtün / Mefâilün / Fa’ lün
(Feilün)

Duydum se / ni istiyor / bu vicdan vâsıl oldu: ulama
_ _ . / . _ . _ /. _ _
Bildim sa / na vâsıl ol / du cânân (Abdülhak Hamid Tarhan)
_ _ . / . _ . _ /. _ _
Mef'ûlü / Mefâilün/ Feûlün

Memleket bit / ti, yine bit / medi hâlâ / sen, ben.... yine: imale
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / _ _ büyük olmaz: ulama
Bize bu hâl / ile bizden / büyük olmaz / düşmen (Namık Kemal) bu: imale
. . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / _ _
Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa'lün)

Ağır ağır / çıkacaksın / bu merdiven / lerden
. _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ _
Eteklerin / de güneş renk / li bir yığın / yaprak (Ahmed Haşim)
. _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ _
Mefâilün / Feilâtün / Mefâilün / Feilün



Âsûde / olam dersen / eğer gelme / cihâna dersen eğer: ulama
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Meydâna / düşen kurtu/ lamaz seng-i / kazâdan (Ziya Paşa)
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Mef'ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün



Hayır mâtem senin hakkın değil, mâtem benim hakkım: bilmez âfâkım.: ulama
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _
Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez âfâkım. (Mehmed Âkif Ersoy)
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _
Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün

Çatma, kurban / olayım çeh / reni, ey naz / lı hilâl!
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _
Kahraman ır / kıma bir gül! / Ne bu şiddet / bu celâl?
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _
Sana olmaz / dökülen kan / larımız son / ra helâl...
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _
Hakkıdır ,Hak / k'a tapan mil / letimin is / tiklâl! (Mehmed Âkif Ersoy)
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / _ _
Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa'lün)

Uçtuk Mo / haç ufkunda / görünmek he / vesiyle Mohaç ufkunda: ulama
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Canlandı / o meşhûr o / va at kişne / mesiyle (Yahya Kemal Beyatlı)
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Mef'ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün

Gönlüm, di / lim, kanım ve / mizâcımla / sizdenim
_ _ . / _ . _ . / . _ _ . / _ . _
Dünyâ ve / âhirette / vatandaşla / rım benim. (Yahya Kemal Beyatlı)
_ _ . / _ . _ . / . _ _ . / _ . _
Mef'ûlü / Fâilâtü / Mefâîlü / Fâilün

Sitanbul’a geçmiş idim salı gün salı: imale
. _ _ / . _ _ /. _ _ /. _ ânın emsâli: ulama
Cihân görmesin ânın emsâli gün (Keçecizâde İzzet Molla)
. _ _ / . _ _ /. _ _ /. _
Fe û lün / Fe û lün / Fe û lün / Fe ûl


Saçma ey göz / eşk[i]den gön / lümdeki od / lare su eşk: medli hece
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ (bir buçuk)
Kim bu denlü / tutuşan od / lare kılmaz / çâre su (Fuzûlî)
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ altı çizili hecelerde imale var.
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün


Dinle neyden / kim hikâyet / etmede
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _
Ayrılıklar / dan şikâyet / etmede
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ Nahifî
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün


Hani ol gül / gülerek gel / diği demler / şimdi
. . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / _ _
Ağlarım hâ / tıra geldik / çe gülüştük / lerimiz (Mâhir)
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _
Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa'lün)

Ne Süleymân / ne Selîm'in / kuluyuz
. . _ _ / . . _ _ / . . _
Hazret-i Rab / bi rahîmin / kuluyuz (Esrar Dede)
_ . _ _ / . . _ _ / . . _
Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa'lün)

Anı hoş tut / garîbindir / efendi iş / te biz gittik
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _

Gönül derler / ser-i kûyun / da bir dîvâ / nemiz kaldı (Hayâlî)
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _
Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün

DİVAN EDEBİYATI NAZIM ŞEKİLLERİ

Nazım Birimi Beyit Olanlar:

GAZEL

*Aşk ayrılık hasret ölüm gibi lirik konuların işlendiği şiir türüdür.
*Türk edebiyatına İran edebiyatından girmiştir.
*İlk edebiyat ‘’matla son beyitine makta’’denir.
*En güzel beyite beytül gazel denir.
*Son beyitte şairin mahlası yer alır.
*Gazelin bütün beyitlerinde aynı konu işleniyorsa buna yek-ahenk gazel denir.
*Bütün beyitleri aynı güzelliğe sahipse yek avaz gazel denir.
*Beyit sayısı 5-15 beyit arasındadır.
*İlk beyit kendi arasında kafiyelidir.Diğer beyitlerin ikinci beyitleri birinci beyit ile kafiyelidir.Yani aa,ba,ca,da,ea şeklinde

KASİDE

*Din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla belirli kurallar içinde yazılan uzun şiirlere denir.
*İlk beytine matla son beytine makta denir
*Şair matla beytini kasiden her hangi bir yerinde yinelenebilir .
*Şair mahlasının bulunduğu beyte taç beyit denir .
*En güzel beytine beytü ,l kasid denir.
*En az 31(33)en fazla 99 beyit olur.
*Kaside belli bölümler halinde yazılır.
a) Nesib bölümü: Bahar mevsimi kış manzaraları betimlenir ya da kurban ve ramazan bayramı anlatılır.
b) Girizgah Bölümü: Nesib bölümünden asıl konuya geçmiş ifade eden bir veya birkaç beyittir . nükteli ince sözlerin söylendiği bölüm.
c) Medhiye bölümü: Asıl anlatılmak övülmek istenen kişi için denecekse açıklanır. Asıl bölümdür.
d)Fahriye bölümü: Şairin kendini övdüğü ve diğer şairlerle karşılaştırdığı bölümdür.
e)Tegazzül bölümü: Kasideyle ayni ölçüde ve uyakta gazel yazılır.
f)Dua bölümü: Şair övdüğü kişinin başarılarının devamlı olmasını ömrünün uzun olması için dualar eder iyi dileklerde bulunur.

Kasideler Konularına Göre de Değişik Adlar Alır.
Tevhid:Allah’ın birliğini anlatan kasideler.
Münacaat:Allah’a yalvarmak,dua etmek amacıyla yazılan kasideler.
Naat:Peygamberimizi övmek için yazılan kasideler.
Mehdiye: Devrin ileri gelenlerini övmek için yazılan kasideler.
Hicviye: Devrin yöneticilerini eleştirmek için yazılan kasideler.
Mersiye: Devlet büyüklerinin ölümünden duyulan üzüntülerin anlatıldığı kasideler.
Not: Kasideler "nesib" bölümünde işlenen konulara ve rediflerine göre adlandırılır.

MESNEVİ

*Mesneviler öğüt verici bir olayı anlatan uzun şiirlerdir.(savaş,aşk,tarihi olaylar,din ve tasavvuf)
*Mesneviler Divan edebiyatında bir bakıma günümüzdeki roman ve hikayenin yerini tutuyordu.
*Beyit sayısı sınırsızdır.
*Her beyit kendi arasında kafiyelidir.(aa,bb,cc,dd...)
*Aruzun kısa kalıpları ile yazılır.
*Beş mesnevinin bir araya gelmesiyle hamse oluşur

KIT’A

Belli bir uyak düzeniyle yazılmış olan,dizeleri arasında ölçü birliği bulunan;herhangi bir düşünce ya da duyguyu en az ikiden başlamak üzere,en çok on altı beyitte anlatan nazım biçimine denir.
*Gazelden farklı olarak matla beyti yok.
*Kafiyelenişi xa,xa,xa...
*Daha çok felsefi ve toplumsal düşünceler anlatır.

MÜSTEZAT

*Bir uzun bir kısa dizeden oluşan nazım şeklidir.
*Kısa dizelere ziyade denir.
*Aruzun bir tek kalıbıyla yazılır.
*Kafiyelenişi gazel gibidir.
*Makta beyti yoktur.


Nazım Birimi Dörtlük Olanlar

RUBAİ

*Dört dizeden oluşur.Kafiye düzeni aaxa şeklinde.
*Şarap,dünyanın türlü nimetlerinden yararlanma,hayatın anlamı, hayat felsefesi ve ölüm gibi konular işlenir.
*Kendine özgü 24 kalıbı vardır. İranlılara aittir.

TUYUĞ

*Dört dizeden oluşur.
*Kafiyelenişi rubai gibidir.
*Aruzu Failatün,Failün kalıbıyla yazılır.
*Konu sınırlaması yoktur.
*Türklerin kazandırdığı bir nazım şeklidir.


ŞARKI

*Beyitle okunmak için yazılan,dörder dizelik bentlerden oluşan nazım biçimidir.
*Dörtlük sayısı 3-5 arasındadır.
*Birinci dörtlükte 2 ve 4,diğer dörtlüklerde ise 4. dize tekrarlanır.Bu dizelere nakarat denir.
*Kafiye örgüsü abab,cccb,dddb gibi
*Türklerin kazandırdığı bir nazım şeklidir.
*Günlük hayat,aşk,sevgi gibi konular işenir.

MURABBA

*İlk dörtlük kendi arasında kafiyelidir.Diğer dörtlükler ise 4. dize 1. dörtlük ile kafiyelidir.(aaaa,bbba,ccca,)
*Felsefi konular ve aşk işlenir.

Bentlerle Kurulanlar

TERKİB-İ BENT

*Bentlerde kurulan bir zaman nazım şeklidir.
*Her bent 7 ile 10bent arsında değişir.
*Bent sayısı 5 ile 10 bent arsında değişir.
*Gazeldeki gibi kafiyelenir.
*Her bent arasında vasıta beyti bulunur.
*Talihten,hayattan şikayet,dini tasavvufi ve felsefi düşünceler anlatır.
*Terkib-i bentlerde her bentten sonra vasıta beyti değişir.

TERCİ-İ BENT

*Biçim ve uyak yönüyle Terkib-i Bende benzer.
*Terkib-i Bentte değişen vasıta beyti Terci-i Bentte de değişmez.
*Vasıta beytinin aynen tekrarlanması bütün benlerde aynı konuyu işlemeyi zorunlu kılar.
*Felsefi konular,Allah’ın kudreti kainatın sırları tabiatın zıtlıkları gibi konular işlenir.

DİVAN EDEBİYATINDA NESİR
(DÜZ YAZI)

NESİR TÜRLERİ


Tarih:Resmi niteliği olmayan bir türdür. Vakayiname ise Osmanlı devletinin resmi tarihidir
Tezkire:Edebiyat tarihi veya biyografının divan edebiyatındaki karşılığıdır.
Sefaretname:Osmanlı elçilerinin bulunduğu ülkelere ait bilgileri izlenimleri içeren ve gezi yazısına benzeyen bir türdür.
Seyahatname:Gezi yazısıdır.Divan edebiyatında nesir,dil ve üslup açısından üç bölümden ele alınır.

A)SADE NESİR

Halk için sade bir dille konuşulur temelde konuşma dil yeteneğini kaybetmemiştir.

B)ORTA NESİR

Halk konuştuğu dilden ayrılmış yer yer süslü nesrin niteliklerini taşımakla beraber anlatmak istediği anlaşılır bir şekilde ortaya koyan nesirdir.

C)SÜSLÜ NESİR

Ustalık göstermek amacıyla yazılış yabancı kelimelere tamamlamalara yüklü şekillerin kullandığı söz ve anlam.Sanatlarıyla dolu bağlaçlarla uzayıp giden cümlelerle örülmüş,güç anlaşılır bir nesirdir.
Nesire Yazılmış Ünlü Eserler:
Kabuname:Mercimek Ahmet
Tazrruname:Sinan Paşa
Seyahatname:Evliya Çelebi
Keşfü’z-Zünün:Katip Çelebi
Naima Tarihi:Naima
Münşeat:Süslü nesir örneklerinden oluşan kitaplara denir.

Sunday, January 14, 2007

DİVAN EDEBİYATINDA SANATLAR

Teşbih

Sözü daha etkili kılmak amacıyla ortak nitelikleri bulunan nesne ya da kavramlar arasında benzerlik kurma sanatıdır. Örneğin, "Tilki gibi kurnaz adam" bir teşpihtir. İnsan kurnazlığıyla bilinen tilkiye benzetilmektedir. Bir teşbih'te dört öğe bulunur:
Müşebbehün-bin (benzetilen): Kendisine benzetilen, birbirine benzetilen nesne ya da kavramlardan nitelikçe daha güçlü, daha üstün olan. Örneğimizde "tilki".
Müşebbeh (benzeyen): Birbirine benzetilen nesne ya da kavramlardan nitelikçe daha güçsüz, zayıf olan. Örneğimizde "adam".
Vech-i şebeh (benzetme yönü): Birbirlerine benzetilen nesne ve kavramlar arasındaki ortak nitelik. Örneğimizde "kurnazlık".
Edat-ı teşbih (benzetme ilgeci): Nesne ve kavramlar arasında benzetme ilgisi kuran ilgeç ya da ilgeç işlevi gören sözcük. Örneğimizde "gibi".
Örneğin "Yol yılan gibi kıvrılıyor" dendiğinde, "yol" benzeyen, "yılan" kendisine benzetilen, "kıvrılıyor" benzetme yönü, "gibi" ise benzetme edatıdır.
Teşbih, bu öğelerden bir ya da bir kaçının kullanılıp kullanılmamasına göre dörde ayrılır: Dört öğenin de bulunduğu teşbih teşbih-i mufassaldır (ayrıntılı benzetme). Örneğin, "Ahmet aslan gibi güçlüdür".
Benzetme yönü bulunmayan teşbih teşbih-i mücmeldir (kısaltılmış benzetme). Örneğin, "Ahmet aslan gibidir". Burada "güçlülük" vurgulanmamıştır.
Benzetme ilgeci bulunmayan teşbih teşbih-i müekkeddir. (pekiştirilmiş benzetme). Örneğin, "Ahmet kuvvetle aslandır". Bu teşbihde "gibi" ilgeci kullanılmamış.
Benzetme yönü ve benzetme ilgeci bulunmayan teşbih teşbih-i beliğdir (yalın benzetme). Örneğin, "Aslan Ahmet."

Mecaz

Sözcükleri gerçek anlamları dışında kullanma sanatıdır. Anlatımı daha etkili kılmak ve söze canlılık kazandırmak amacıyla yapılır. Mecaz, söze güzellik, güçlülük, canlılık, zerafet, derinlik ve genişlik vermek için kullanılır. Örneğin: Kandilli yüzerken uykularda Mehtabı sürükledik sularda Yahya Kemal Beyatlı Bu dizelerde Kandilli'nin sularda yüzmesi, mehtabın sularda sürüklenilmesi, söz ve sözcüklerin asıl anlamının dışında, güçledirme, güzelleştirme, anlanlamdırma, zarifleştirme ve güçlendirme amacıyla kullanılmasına örnektir. Mecaz, Sözcük ve fikir mecazları olmak üzere ikiye ayrılır. Sözcük mecazında bir sözcük gerçek anlamı dışında, fikir mecazında ise herhangi bir fikir kendi anlamının dışında bir amaçla kullanılır.

Mecaz-ı mürsel

Bir sözcüğü benzetme amacı gütmeden başka bir sözcük yerine kullanma sanatıdır. Düz değişmece ya da metonomi diye de adlandırılır. Günlük yaşamda da yaygınlıkla kullanılan mecaz-ı mürsel, iki nesne ve kavram arasında çok çeşitli ilgiler kurulmasıyla gerçekleşir. Neden yerine sonucun (bereket yağdı gibi), içindeki yerine kabın (sobayı yaktık gibi), özel yerine genelin (at yerine hayvan gibi), soyut kavram yerine somut adın (gözüme girdi gibi), yapıt yerine yazar adının (Siham-ı Kaza okuyorum demek yerine Nef’i okuyorum demek gibi) kullanıldığı çeşitli türleri vardır.

Telmih

Bilinen bir olay, kişi, nükte, fıkra, atasözünü dolaylı biçimde anlatma sanatıdır. Telmihin başarılı olması için okuyucunun dolaylı anlatıma konu olan düşünceyi kolayca anlayabilmesi gerekir. Divan edebiyatında özellikle dinsel öyküler, din büyükleri ile kahramanları, Kur’an ayetleri ve mesnevi kahramanları telmih konusu olmuştur. Örneğin: Ey nâme sen ol mâh-likâdan mı gelirsin Ey Hudhad-i ümmid Saba'dan mı gelirsin Nîbî Şair, ikinci dizedeki "Saba" ile Süleyman-Belkıs" kıssasını anımsatıyor.

Tecahül-i arif

Bir anlam inceliği yaratmak ya da bir nükte yapmak amacıyla bilinen bir şeyi bilmezlikten gelme sanatıdır. Tecahül-i arifin özünü oluşturan bu nükte, dört amaç için yapılmış olabilir. Neşelendirme (tenşid), uyarıda bulunma (tevbih), hayret ve şaşkınlık bildirmek (tehayyür), kendinden geçişi belirtmek (tedellüh).
Bilinen şey bilinmiyormuş gibi anlatılırken genellikle bir inceliğe dayandırılır. bu yapılırken mübalağa ve istifham sanatlarından da yararlanılır. Örneğin: Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su Fuzûlî "Bilmiyorum dönen kubbe mi su rengindedir Yoksa gözyaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır"
Fuzûlî, kubbenin, yani gökyüzünün mavi renkte olduğunu bilmiyormuş gibi davranıyor. Gözyaşlarının gökyüzünü kaplayacak kadar çok olduğunu (mübalağa) belirtebilmek için tecahül-i arif sanatına başvuruyor.

İstiare

Bir sözcüğü kendi anlamı dışında kullanarak, bir şeyi benzediği başka şeylerin adıyla anma sanatı. Benzetmenin iki temel öğesi vardır, benzeyen ve benzetilen. İstiare bunlardan birinin söylenmemesiyle yapılır.
İstiare üç yönden ele alınır: 1. Benzetme amacı bulunur, 2. Sözcük gerçek anlamı dışındaki mecaz anlamındadır, 3. Sözcüğün asıl anlamında kullanılmamasını gerektiren bir durum (karine-i mania) vardır. Örnek: "Soğuk ay öptü beyaz enseni" Yahya Kemal Beyatlı "Ay öpmek" deyişiyle ay canlı bir varlığa benzetilmiştir. "Öpmek" sözcüğü asıl anlamının dışında mecaz anlamıyla kullanılmıştır. Öpmek sözcüğünün asıl anlamının kullanılmasına olanak yoktur çünkü ayın dudağı olmaz. Şair burada, istiare sanatıyla anlatımı daha etkili, daha estetik ve heyecanlı hale getiriyor.
İstiare genel olarak üç çeşide ayrılır. Yalnızca benzeyenin söylendiği istiareye "açık istiare" (istiare-i musarraha) denir. Örnek: "Bir hilâl uğruna yarâb ne güneşler batıyor" Mehmet Akif Ersoy Ersoy, benzetilen güneşi söylerken, benzeyen askerden sözetmiyor.
Yalnızca benzetilenin söylendiği istiareye de "kapalı istiare" (istiare-i mekniye) denir. Örnek: Her taraf kırık dökük Dalların boynu bükük "Kederliyiz" der gibi Orhan Seyfi Orhon Dallar boynu bükük insana benzetiliyor ama kendisine benzetilen insandan sözedilmiyor. Boynu bükük sözcüğü ile insanın bir özelliği vurgulanıyor.
Benzetmenin temel öğelerinden yalnızca birisiyle çok sayıda benzerliği sıralayarak yapılan istiareye ise "yaygın istiare" (istiare-i temsiliye) adı verilir. Örnek: Bin gemle bağlanan at şaha kalkıyor Gittikçe yükselen başı Allah'a kalkıyor Son macerayı dinlememiş varsa anlatın Râm etmek isteyenler o marûr, âsil atın Beyhudedir her uzvuna bir halka bulsa da Boştur köpüklü ağzına gemler vurulsa da... Coştukça böyle sel gibi bağrındaki hisleri Bir gün başında kalmayacaktır seyisleri! Faruk Nafiz Çamlıbel Çamlıbel, milleti mağrur bir ata benzeterek çok sayıda benzerliği sıralıyor.

Hüsn-i talil

Nedeni bilinen bir olayı, düşsel ya da gerçekdışı bir olaya bağlama yoluyla yapılan edebi sanattır. Hüsn-i tevcih olarak da bilinir. Şiirin iki dizesi arasında bağlantı kurarak anlam ve anlatıma incelik vermek amacını taşır. Bu sanatta öne sürülen neden ile gerçek neden arasında mutlaka anolojik bir bağ bulunur. Nedeni bilinen olay güya, sanki, acep, acaba, meğer gibi sözcüklerle bir ihtimale dayandırılırsa bu tür hüsn-i talil'e şibh-i hüsn-i talil adı verilir. Örnek: Müzeyyen oldı bezendi bağ-ı çemen Meğer ki bağa haber geldi yârdan bu gece Ahmedî "Bahçe, süslenmiş fesleğenlerle bezendi Meğer sevgili bu gece geleceğini bildirmiş."
Bahçenin bezenmesi, süslenmesi gerçeği sevgilinin gelebilme ihtimali gibi güzel bir düşe bağlanıyor.
Leff ü neşr

Bir beyitte birbirleriyle ilgili sözcüklerin sıralanmasıyla yapılan ve divan şiirinde çok sık kullanılan edebi sanattır. Şiirin ikinci dizesinde birinci dizede söylenmiş en az iki şeyle ilgili benzerlik ve karşılıklar verilerek uygulanır.
Sözcüklerin birinci ve ikinci dizede belli bir sıra gözetilerek söylenmesine leff ü neşr-i müretteb (düzenli leff ü neşr) denir. Örnek: Gonce kılmaz şâd gül açmaz tutulmuş gönlümü Ârzûmend ruh-i leb-i handânınem Fuzûlî "Kederli gönlümü gonca memnun etmez, gül sevindirmez Çünkü ben ben bunları değil al yanağını ve gülen dudağını istiyorum"
Gonca, yanak karşılığı ruh ve gül dudak karşılığı leb sözcükleriyle ilgilidir. Fuzûlî, burada düzenli leff ü neşr yapıyor.
Birinci beytin ikinci dizesinde, birinci dizede söylenenlerle ilgili sözcüklerin ters bir sıra izlenmesiyle ya da karışık olarak bulunmasıyla yapılan leff ü neşr'e ise leff ü neşr-i gayr'i müretteb ya da leff ü neşr'i müşevveş (düzensiz leff ü neşr) denilir. Örnek: Yürürem hâsret-i zülf ü meh-rûlar ile Gündüzin gussalar ile gice kaygular ile Meâlî "Sevgilinin saçının ve ay yüzlü yanağının hasretiyle Gündüz kederli gece kaygılı gezerim"
Saç anlamına gelen zülf geceyle, yanak anlamına gelen ruh gündüzle ilgilidir. Birinci ve ikinci sözcüğe karşılık ikinci ve birinci sözcükler sıralanarak düzensiz leff ü neşr yapılıyor.

Kinaye

Bir sözü aynı zamanda hem gerçek hem de mecazi anlamıyla kullanma sanatıdır. Sözün açık söylenmesinin hoş olmadığı durumlarda alay, şaka, sitem amacıyla kullanılır. Bu kullanışta sözün geçek anlamından bir sonuç çıksa da geçerli olan mecazi anlamıdır. Örneğin Şeyhülislam Yahyâ’nın, "Dilber gelince bezme yüzü güldü aşıkın" dizesinde bir kişinin gerçek yüzünün gülmesini anlamaya bir engel yok. Ama asıl anlatılmak istenen aşığın çok sevinmiş olmasıdır (mecazi anlam).
Türkçe deyimlerin çoğu mecazi anlamlarıyla kullanıldığı için kinayedir. Kinayede sözün başka bir anlama gelmesi olasılığı yoksa bu türe "kinaye-i karibe" (yakın kinaye) denir. Eğer sözün anlamı gizleniyorsa kinaye "kinaye-i baide" uzak kinaye) olarak adlandırılır. Nitelenen tek özelliği belirten kinayeye "kinaye-i müfrede" (tek kinaye), birkaç özelliği birden belirten kinayeye de "kinaye-i mürekkebe" (birleşik kinaye) adı verilir. Örnek: Bulamadım dünyada gönüle mekan Nerde bir gül bitse etrafı diken Sümmanî
Gül ve diken hem gerçek hem mecazi anlamlarıyla kullanılıyor. Ancak asıl kastedilen mecazi anlamları. Şair hem birleşik kinaye hem uzak kinaye yapıyor.

Tariz

Birini küçük düşürmek ya da biriyle alay etmek amacıyla söylenecek sözü tam tersi bir sözle nükte yaparak anlatma sanatıdır. Tariz de gerçek ya da mecaz anlam yerine doğrudan zıt bir anlam kullanılması söz konusudur.

Teşhis-ü intak

Cansız varlıkları, ya da hayvanları kişiler gibi davrandırma, canlandırma, konuşturma, onlara duygu ve hareket gibi nitelikler kazandırma sanatıdır. İnsan dışındaki calı varlık ya da hayvanlara insan özelliği verilmesine teşhis, onların konuşturulmasına ise intak denir. Teşhis ve intak daha çok fabllara kullanılır. Teşhise örnek:Mahmur uyanır gölgede binlerce ziyâlar Çöller düşünür, gün düşünür, gölgeler ağlar Emin Bülend Serdaroğlu
Şair, ışığı uyandırıyor, çöller ve günü düşündürüyor, gölgeleri ağlatıyor. Bunların hepsi insan özellikleri. Üst üste teşhis sanatı yapıyor.