Wednesday, January 31, 2007

CANAN ARAMIZDA BİR ADINDI

Canan Aramızda Bir Adındı / Ümmühan Gökmen



Ben kandan elbiseler giydim.
Hiç değiştirsinler istemezdim.
Sezai Karakoç



-Divan şairiyle bir mükâlememdir.-



Hitab-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
Cevab-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
(Leskofçalı Galip)



Lise yıllarımda başlamışa sana vurgunluğum. Bir ders kitabının satırlarında görmüştüm, seni İlk kez. Daha doğrusu görmemiştim de sadece sesini duymuştum. O ses ki ayaklarımı yerden kesmişti, o ses ki bir daha hiç kopmayacak bir ba kurmu tu kalbimden kalbine. Bir duyuşta ezberleyivermiştim sözlerini, hepsini anlama am bile... Çünkü onlar söz değildi sadece, bir ritim, bir ahenk, bir musiki; dahası, zihnime bilinmedik alemlerin uzak ve efsunlu diyarlann, belki de en çok merak ettiğim kalp ülkesinin resmini çizen fırça darbeleriydi. İçimde tutamazdım bu heyecanı. Duyduğum sesi arkadaşlarıma da duyurmak onları da bu büyüleyici güzellikten haberdar etmek istedim. İstedim ki onlar da yaşasınlar bu heyecanı, onların da ayaklan yerden kesilsin onlar da uzak diyarlann esintilerini ruhlannda hissetsinler. Ancak hiçbiri olmadı. Heyecan beklediğim gözlerden garip ve alaycı bakışlar¬dan başka bir şey bulamadım... O gün sustum ve seni yalnız yaşamaya karar verdim. Zira nadana kitap-asa açılmamak gerekti.
Artık her yerde senin sesini, sözünü belki de gönül gözüyle gördüğüm seni takip eder olmuştum. Sana dair haberler almak istiyor, seni tanıyan birileriyle konuşarak susuzluğumu gidermek istiyordum. Ne var ki buralarda herkes yabancıydı senin sesine, sözüne, ahengine. Lise yıllarım gizli bir hazinenin peşinde iz süren korsanlar gibi seni aramakla geçmişti. Neredeydin, ne yapıyordun, hangi acılar yakıyordu yüreğini ya da hangi mutlulukların peşinde sürükleniyordun. Sana dair bildiğim tek şey cefadan usanmayan bir sevgilin olduğu ve bu sevginin seni el âleme rüsva ettiğiydi. Gönlündeki ateşin yakıcılığından bahsetmiştin. Yanan gönlünden yükselen bu ahlar gökte güneşleri bile tutuşturuyordu da muradının mumu bir türlü tutuşmuyordu.



Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı
Felekler yandı ahımdan muradım şem‘i yanmaz mı
(Fuzuli)



Senin yangınların gökleri yakar güneşleri tutuştururdu da o alevin bir katresi karanfil gibi düşmez miydi yüreğime? Artık benim de yüreğinin yangınlarına eş yangınlarım vardı. Bulmalıydım seni, bilmeliydim hâllerini hatta en yakının olmalıydım ya da en yakınında. Aşkını yüreğine hapsedemediğin zaman, kelimeler gözyaşları gibi önüne geçilmez olduğunda, inci tanesi damlaların ruhumun alev kanatlarına birer şebnem gibi düşmeliydi. Ben seni ayıplamazdım aşk hâllerinden, aşkın hâllerinden dolayı. Her liseli gibi ben de üniversite eşiğinden atlayarak kader manzarasında anlamlı bir yer edinme sürecinde bir tercihle karşı karşıyaydım. Ya senin izini sürecek ya da ailemin de arzu ettiği büyük makamların peşine düşecektim. Senden vazgeçmem mümkün değildi artık. Fareli köyün kavalcısının peşine düşen çocuklar gibiydim. Neyin peşine düştüğümün çok da farkında olmadığım aşikârdı. Ama diğer taraftan sesinin büyüsünden kurtulmam da mümkün değildi. İzini sürerek vardığım üniversite koridorlarında herkes az çok seni tanıdığını iddia ediyordu. Bu durum ilk zamanlar bende tarifsiz heyecanlara sebep olsa da kısa süre sonra gerçeklerin farkına varacaktım. Buradakilerin sana dair malumatı suretten ibaretti. Ömründe bir gülün güzelliği karşısında kendinden geçecek hâle gelmemiş kimseler, senin güle vurgunluğunu; sevdiğinin kapısında ondan gelecek bir tebessüm için ömür boyu sabırla beklemeyi göze almayanlar, senin feryatlarını anlayamazlardı. Seni tanıma yolunda yalnız ve ümitsizdim artık. Ama sen her geçen gün ruhuma fısıldadığın başka başka nağmelerle beni hiç yalnız bırakmıyordun. Artık sürekli seni ve hâllerini takip eder olmuştum. Seninle her karşılaşmamızda zaman ve mekândan soyutlanıyor, bazen yüzyılları aşarak kendimi bir şiir meclisinde seni gözlerken bazen de seni bir divanın sayfaları arasından beni izlerken buluyordum. Artık seni başkalarından değil bizzat senin sözlerinden ve gözlerinden tanımaya başlamıştım. Mesleğini sordum âşıklık dedin, hâlini sordum müptelalık dedin. Artık bu meslekte sen üstat ben talebe, sen mürşit ben mürit, sen şem ben pervaneydim. Senin ruhunun ve kalbinin inceliklerine bakarak kendimi fark etmemden mi; yoksa kalbimde bulup da adını koyamadıklarımı, kelimelere dökemediklerimi senin en muhteşem şekilde ifade etmiş olmandan mı kaynaklanmıştı sana olan vurguluğum? Hâlâ bilmiyorum. Yüzünde hep bir hüzün, gözlerinde binlerce manayı bağrında saklayan bakışlar vardı. Derdini anlatmanı bekledim ama sevgiliden şikâyet zannedilir endişesiyle söylemek istemedin. Ama hâl lisanın ve dudaklarından dökülen birkaç mısra aşk yolunun inceliklerine dair derslerimizin başlangıcı gibiydi.



Cihanda âşık-ı mehcur sanma rahat olur.
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur.
(Şeyhülislam Yahya)



Bu yolun sarp ve dikenli olduğunu baştan kabullenmiştin. Ocaklar gibi yansan da gam izhar eylemeyecektin. Gündelik hayatın karmaşası içinde her an seni görmem en azından sesini duymam mümkün olmuyordu. Derin sessizliğe gömülmüş akşamlardan birinde, sevdiğinin hercailiklerinin seni hüzünlendirdiği bir anda karşılaşmıştık seninle yine. Gökyüzünde parlayan ay nasıl menzilden menzile dolaşıyor yerinde durmuyor, dünyanın etrafında dönerek dünyanın başını döndürüyor, felekleri inletiyorsa senin sevgilin de kelebek misali gönülden gönüle konarak seni inletiyordu.



N’oldun inlersin felek hercai cananın mı var
Seyreder her menzili bir meh-i tabanın mı var
Zati



Seninle buluşmalarımız genellikle kendimi hayat denizinin bir kenarında, suyun nakşı yakamozları ya da gülün gökteki izdüşümü yıldızları izlerken bulduğum zamanlara denk geliyordu. Sen çoğu zaman farklı bir suret ve isimle çıksan da karşıma, yüreğinin yangınları hep aynıydı. Bana aşkın diğer adının hasret olduğunu anlatıyordun yine. Sevdiğinden küçük bir işaret bekliyordun ama o sürekli seni erteliyordu. Sevgilinin bir an önce bu bekleyişlerine son vermesini ve bir vuslat müjdesi göndermesini bekliyordun.



Vaslım dilersin çün dedin lutfedeyim olsun dedin
Yarın dedin bir gün dedin ferdalara saldın beni.
Baki



Bu bekleyişte gündüzler kış geceleri gibi, geceler yaz günleri gibi uzundu. Bitimsiz gecelerin kaç saat olduğunu yıldız ilmiyle uğraşanlardan, vaktin hesabını tutanlardan değil senin gibi gam müptelalarından sormak gerekti.



Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir
Müptela-yı gama sor ki geceler kaç saat
La Edri



Bir kez olsun onu görmek, hâlini ona arz etmek istiyordun. Ancak rakiplerin buna fırsat vermiyordu. Gülün çevresini saran dikenler gibi yâre giden bütün yolları kesmişlerdi. Bir defasında yâri tenha bulmuştun amma bu kez de kendini kaybetmiştin.



Arz-ı hâl etmeye cana seni tenha bulamam
Seni tenha bulacak kendimi asla bulamam
Ulvi



Senin bu hâllerini gördükçe kalbimden ve bana edip eyleyeceklerinden daha bir korkar olmuştum. Bu kadar büyük yangınlara tahammül edecek güçte değildim ben. Kalbim kendini ateşe atarken beni yangınlardan koruyabilir miydi? Dertlerin dayanılmaz hale gelmişti. Artık onun için canından geçmeye hazırdın, canımdan geçmeye hazırdım.



Canımı canan eğer isterse minnet canıma
Can nedir kim kurban etmeyem cananıma
Fuzuli



diye düşünüyordun ancak aldığın cevap hiç de beklediğin gibi değildi. Yoluna canım revan etsem gerek cana dedim
Yüzüme bin hışm ile baktı dedi canın mı var.
Zati
Görünen o ki sen bu aşıklık mesleğinden, müptelalık hâllerinden kolay vazgeçecek değildin. Bunca cevr u cefaya rağmen şöyle dediğini duyuyordum sevdiğine:



Gül gülsün gonca açılsın bana sen gül yeter
Ağlasa bülbüllerin ey gonca tek sen gül yeter.
Zati



Ağlamayı bülbüle gülmeyi güle layık görmüştün yine. Ve o gülün bir gülüşü cihanlara değerdi senin için. Artık o hâle gelmiştin ki kendini Ferhat ve Mecnun’la yarıştırıyordun bu meslekte. Âşıklıkta onlardan ileri olduğunu iddia ediyordun.



Galib-i divaneyim Ferhad u Mecnun’a sala
Yüz çevirmem olsa dünya bir yana sen bir yana
Şeyh Galip



Ve sürekli yalvarıyordun;



Ya Rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem bela-yı aşktan kılma cüda beni
Fuzulî



Bu aşk belasından bir an bile ayrılmak istemiyordun. Aşkının bitmesinden tükenmesinden korkuyordun. O yüzden Vedud olan kaynaktan istiyordun aşkının artmasını azalmamasını. Ya Leylâ ne yapıyordu bu arada? Leylâ Mecnun kadar mecnun değil miydi? Ama bütün bu belalardan daha belalısı da vardı. Asıl bela bu belalara alışmak ve onları mutluluk vesilesi saymaktı.



Bela budur ki alıştı belalarınla gönül
Gamın da gelse dile bais-i meserret olur
Nef’i



(Aşk, her dalgasıyla kıyıları aşındıran dahası tüketen bir deniz; bense tükendiğini bildiği hâlde kendini dalgaların kucağına atmaktan kendini alamayan bir kıyı mı olacaktım?) Bu yolun yolcusu ve dahası delisi olduğunu duymayan kalmamıştı. Herkes kendini bu kadar rüsva etmenden dolayı seni kınıyordu ama sen kınayanların kınamalarına aldıracak değildin.



Gönülde bir gamım var ki pinhan eylemek olmaz
Bu hem bir gam ki el ta‘nından efgan eylemek olmaz
Fuzulî



Gönlündeki gamı kimseden gizlemiyor, elin ayıplamasından çekinmiyordun. Haykırışlarına cevap veren, yanan gönlüne bir su serpen yoktu. Oysa bir kelam hatta bir selam yetecekti sararmış benzini gül bahçesine çevirmek için. Ve sesleniyordun:

Yârin bize bir selamı yok mu
Gam defterinin tamamı yok mu
Hâl-i dilin intizamı yok mu
Vuslat gibi bir meramı yok mu
El’an bir ihtimal kaldı
İnsafın o yerde namı yok mu
Şeyh Galip



Ama yine umursanmadın. Artık çevrendekiler bu umursamaz sevgiliye kızmaya başlamışlardı. Ona zalim yaftasını giydirmişlerdi. Ama senin bunlara tahammülün yoktu.



Yârin cefası cümle vefadır cefa değil
Yâri cefa kılar diyen ehl-i vefa değil
Fuzulî



diyerek onları susturuyordun. Gayrıyı susturuyordun ama artık yüreğinin tüm olup bitemeyenlere tahammülü kalmamıştı. İçten içe sen de sitemlere başlamıştın gül desenli elbise giydiğinde o güllerin dikenlerinin gölgesinin zarar vermesinden korktuğun nazlı yârine.



Güllü diba giydin amma korkarım azar eder
Nazeninim saye-i har-ı gül-i diba seni
Nedim



Yüreğinin bir köşesinde bir gül yaprağının sararmaya yüz tuttuğunu kalbini gülün dikenine dayamış bülbülün son nefeslerini verdiğini fark etmiyordun. Bu âlemde her şey fâni olduğu gibi fânilere duyulan sevgiler de fâni idi. Artık sitemlerini çekinmeden gönderiyordun kalpsiz yârin kalbine.



Ben umardım ki sen yâr-i vefadar olasın
Ne bileydim ki seni böyle cefakâr olasın
Baki




Leylâ faslı, çabuk biten bahar mevsimi gibi geçmeye başlamıştı yüreğinde. Sabahlara kadar süren yalvarışların, Kâbe’de ettiğin duaların karşılıksız kalmasından korkuyordun? Ya aşkın biterse ya alıştığın belalar yağmur gibi yağmazsa hâlin nice olurdu? Onu en son Sa‘dabad’da seyran ederken görmüştün. Ama o da ne? Gölgesini bile çok uzak mesafelerden tanıyan sen, sevgilini yanından geçerken tanıyamamıştın. Gördüğün sevgilin olamazdı. O dünya güzeli gitmiş, yerine esmer kara kuru bir kız gelmişti. Üstelik yüzü de sivilcelerle doluydu. Yüreğinin tenhasında, kalbini gülün dikenine dayamış bülbül son nefesini verdiğinde solanın gül değil, bülbül; güzelliğini kaybedenin Leylâ değil Mecnun’un kalbindeki aşk olduğunu fark ettin. Bülbülün gül renkli gözlerini son kez görmek için yüreğine baktığında artık gülden de bülbülden de bir eser kalmamış olduğunu gördün. (Leylâ gece demek. Gece ki örter tüm örtülmesi gerekenleri. Ondaki tek ışık ay ışığıdır. Her şey müphemdir, her şey belli belirsizdir onda. Varlık gerçek renginde değildir. Hiçbir şeyin hakiki sureti görülmez o diyarda. Bu yüzden Leylâ’ya vurgun belki de Mecnun. Ve aydınlık… İşte Leylâ, işte sen. ‘Leylâ!’ dedi, Mecnun ‘Leylâ!’ İsminin Leylâ olduğunu bile bilmeyen Leylâ cevap veremedi bu çağrıya. )




Dil beyt-i Hüdadır anı pak eyle sivadan
Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde
Erzurumlu İbrahim Hakkı

MUMUN PERVANE İLE KONUŞMASI



Gulistan - Sadi Sirazi




…..Çok iyi hatırlıyorum. Bir gece uyuyamadım. Gözüme uyku girmedi. Pervanenin, muma şu sözleri söylediğini işittim.

Ey sevgilim! Hadi ben aşığım, yansam da yeridir. Peki ya sen neden yanıyor, niçin ağlıyorsun?

Ey benim biçare aşığım! Benim yanmama, ağlamama sebep nedir bilir misin?

Benim tatlı balım vardı. Beni ondan ayırdılar. Şirin’im haksızlıkla elimden alindi. İste Ferhad gibi tepemden ateş çıkıyor. Gece meclisi aydınlatan ışığıma bakma. İçimi yakan ateşe bak.

Mum, hem bu sözleri söylüyor, hem de sararmış yanağından sel gibi gözyaşı dökülüyordu.

Mum, sözüne devamla pervaneye dedi ki:

Ey pervane! Ey aşk iddiacısı! Aşk, senin için değil. Seninki bir kuru iddiadan ibaret. Sende ne sabır var, ne metanet ve tahammül.

Sen azıcık bir ışık ve ateş gördün mü, hemen yanıyorsun. Ben ise tamamıyla yanıncaya kadar dikilip duruyor, dayanıyorum. Aşk ateşi senin yalnız kanadını, benim ise vücudumu, baştan aşağı yakar.

Sadi de mum gibidir. Dışı parlaktır, ama içi yanmıştır.

Artık gece bitiyor, sabah oluyordu. Peri yüzlü bir hizmetçi gelip mumu söndürdü.

Zavallı mum, dumanı tepesinden çıkarken:

Aşkın sonu budur işte, dedi ve can verdi.

Aşıklığın ne demek olmak istersen anlatayım: Ölmek suretiyle yanmaktan kurtulmak…

Sevgilisi eliyle öldürülen aşığın mezarına gidip de ağlama, bilakis sevinerek şöyle de:

Ne mutlu ona! Sevgilisinin makbulü olduğu için sevgili onu öldürmüştür.

Aşık isen bu dertten kurtulmaya çalışma: yalnız Sadi gibi garazsız, ivazsız aşık ol.

Aşık bir fedai demektir. Nasıl ki, bir fedai gayesine varmadıkça emeline erişmedikçe başına taş ve ok yağsa meydandan çekilmezse, aşık da öyledir.

Ben sana denize açılma demiyorum. Açılacak olursan tufana bile katlan, diyorum.

ARUZ ÖLÇÜSÜ

1- Aruz ölçüsünde heceler açık (kısa), kapalı (uzun) ve medli hece olmak üzere üçe ayrılır.
2- Başlıca tef‘ileler şunlardır: Fa‘ (-), Fe ul (. -),Fa‘ lün (- -), Fe i lün (. . -),Fâ i lün (- . -), Fe û lün (. - -), Mef û lü (- - .), Fe i lâ tün (. . - -), Fâ i lâ tün (- . - -), Fâ i lâ tü (- . - .), Me fâ i lün (. - . -), Me fâ î lün (. - - -), Me fâ î lü (. - - .), Müf te i lün (- . . -), Müs tef i lün (- - . -), Mü te fâ i lün (. . - . -)... Burada tef‘ilelerle parantez içindeki hecelerinin değerlerinin aynı olduğuna dikkat ediniz.
3- Aruz vezninde tef‘ileler heceleri bölebilir. Hece ölçüsündeki gibi okuyuşta tef‘ilelerde durgu yapılmaz.
4- Aruz vezninde hecelerin kısalığı ve uzunluğu esas olduğu için bazı Türkçe kelimeler kısa olduğu halde vezin gereği uzun okunur; buna imale denir. İmale kısa heceyi uzun yapar. Arapça ve Farsça kelimelerdeki bazı uzun seslerin vezin gereği kısa okunmasına da zihaf denir. Zihaf ise imalenin tersine uzun heceyi kısa yapmayı sağlar. Hece ölçüsünde böyle bir mesele yoktur. Türk edebiyatında imale çok sayıda bulunmakla beraber zihaf kusuru hoş karşılanmadığı için çok az yapılmıştır.
5- Farsça tamlama eki olan “-i” ile “ve” anlamındaki “ü, vü” bağlacı vezin gereği uzun da kısa da olabilir.
6- Medli heceler hafif bir “i, ı” sesi varmış gibi okunur. Bahâr kelimesi bahâr[ı], eşkden kelimesi ise eşk[i]den şeklinde söylenmelidir.
7- Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün kalıbıyla yazılan şiirlerde ilk tef‘ile bazı mısralarda Fâilâtün, son tef‘ile ise Fa‘lün olabilir. Bu sadece bu kalıba özgü bir durumdur. Bu kalıpla yazılan şiirlerde başta imale yapmaya gerek yoktur. Farklı tef‘ile parantez içinde hemen altında gösterilir.
8- Türkçe kelimelerle aruz veznindeki başarı Muallim Naci ile başlamış olup Türk aruzu Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı ve Mehmet Âkif Ersoy tarafından gerçekleştirilmiştir. Hatta Mehmet Âkif o kadar başarılı olmuştur ki bir çok kişi İstiklâl Marşı'nın hece ölçüsüyle yazıldığını zanneder. Oysa bu marş aruzun “Fe i lâ tün / Fe i lâ tün /Fe i lâ tün /Fe i lün” kalıbıyla yazılmıştır.
9- Aruzla yazılan bir şiirin hece sayısı bazan eşit olabilir. Mısralardaki açık kapalı dizilişinin aynı olması o şiirin aruzla yazıldığın gösterir.
Cânı cânânı bütün vârımı alsın da Hüdâ 15 hece
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ 15 hece
10- Sessiz bir harfle biten kelime vezin gereği açık olması gerekirse, kendinden sonra sesli ile başlayan bir hece varsa birinci kelimenin sonundaki harf, ikinci kelimenin ilk hecesine ulanır. Buna ulama denir. Ulama kapalı heceyi açık yapar. Ulama genellikle yapılır; fakat her zaman yapılmak mecburiyetinde değildir.
11- Servet-i Fünun edebiyatçıları bir şiirde değişik aruz kalıpları kullanmak suretiyle serbest vezne zemin hazırlamışlardır. Cenap Şahabetin'in “Elhân-ı Şita” adlı şiiri bu şekilde yazılmıştır. Bu şiirdeki bazı mısralar Feilâtün / Mefâilün / Feilün, bazı mısralar ise Mef‘ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün kalıbıyla yazılmıştır.
12- Bir şiirin vezni en az iki mısradan hareket ederek bulunabilir. Tek mısraa bakarak vezin bulunmaz.
13- Mısralardaki imale ve zihaf kusuru olan heceleri altı çizilerek belirtilmiştir.
14- Bir şiirin vezni bulunurken şu işlemler yapılır:
a) Veznini bulacağımız mısraların hecelerindeki uzun seslilere dikkat ederek yazmalıyız.
b) Önce mısralardaki hecelerin açık mı kapalı mı oldukları tespit edilir.
c) Medli hece olup olmayacağı özellikle kontrol edilmelidir. Bu ihmal edilirse bir mısradaki hece değeri eksik çıkar. Mısralardaki heceler sayılarak medli hece olup olmadığı konusunda bir ipucu yakalayabiliriz.
d) Hecelerin açık kapalı değerleri karşılıklı kontrol edilir. Önce imkân varsa ulama, yoksa imale yapılır. Zihaf çok az bulunduğu için en sonra o ihtimal düşünülür.
e) Hecelerin karşılaştırılması yapıldıktan sonra açık kapalı değerleri çizgi ve nokta şeklinde ayrı bir yere geçilir. Mısra sayısına göre tef‘ile sayısı tahmin edilmeye başlanır. İlk tef‘ile en az heceden oluşur. Genelde az heceli Fa’, Fe i lün, Fâ i lün gibi tef‘ileler sonda bulunur.
f) Yazılan aruz kalıbı ile işaretler arasında uyum olmasına dikkat etmelidir.


ARUZ KALIPLARIYLA İLGİLİ UYGULAMALAR


Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım
Kurbânın olam var mı benim bunda günâhım (Nahîfî)

Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın;
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme (Tevfik Fikret)

Duydum seni istiyor bu vicdan
Bildim sana vâsıl oldu cânân (Abdülhak Hamid Tarhan)

Memleket bitti, yine bitmedi sen, ben....
Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz düşmen (Namık Kemal)

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş renkli bir yığın yaprak (Ahmed Haşim)

Âsûde olam dersen eğer gelme cihâna
Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan (Ziya Paşa)

Hayır mâtem senin hakkın değil, mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez âfâkım. (Mehmed Âkif Ersoy)

Çatma, kurban olayım çehreni, ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...
Hakkıdır ,Hakk'a tapan milletimin istiklâl! (Mehmed Âkif Ersoy)

Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle
Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle (Yahya Kemal Beyatlı)

Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizdenim
Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim. (Yahya Kemal Beyatlı)

Sitanbul’a geçmiş idim salı gün
Cihân görmesin ânın emsâli gün (Keçecizâde İzzet Molla)

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü tutuşan odlare kılmaz çâre su (Fuzûlî)

Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede (Nahifî)

Hani ol gül gülerek geldiği demler şimdi
Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz (Mâhir)

Ne Süleymân ne Selîm'in kuluyuz
Hazret-i Rabbi rahîmin kuluyuz (Esrar Dede)

Anı hoş tut garîbindir efendi işte biz gittik
Gönül derler ser-i kûyunda bir dîvânemiz kaldı (Hayâlî)

Geçer firkat zamânı böyle kalmaz
Sağ olsun sevdiğim Mevlâ kerimdir (Nâilî)

Cihânda âşık-ı mehcûr sanma râhat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur (Şeyhülislâm Yahya)

Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın
Ol va'de-i tekrâr be-tekrârı unutma (Esrar Dede)

Gül hasretinle yollara tutsun kulağını
Nergis gibi kıyâmete dek çeksin intizar (Bâkî)

ARUZ KALIPLARIYLA İLGİLİ UYGULAMALARIN İZAHLARI

Göz gördü / gönül sevdi / seni ey yü / zü mâhım seni: imale
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Kurbânı /n olam var mı / benim bunda / günâhım (Nahîfî) Kurbânın olam: ulama
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Mef'ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün


Açınca yel / keni hiç bak / ma, oynasın / varsın;
. _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ _
Kayık çocuk / gibidir: Oy/ nuyor mu kay / detme (Tevfik Fikret)
. _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ _
Mefâilün / Feilâtün / Mefâilün / Fa’ lün
(Feilün)

Duydum se / ni istiyor / bu vicdan vâsıl oldu: ulama
_ _ . / . _ . _ /. _ _
Bildim sa / na vâsıl ol / du cânân (Abdülhak Hamid Tarhan)
_ _ . / . _ . _ /. _ _
Mef'ûlü / Mefâilün/ Feûlün

Memleket bit / ti, yine bit / medi hâlâ / sen, ben.... yine: imale
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / _ _ büyük olmaz: ulama
Bize bu hâl / ile bizden / büyük olmaz / düşmen (Namık Kemal) bu: imale
. . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / _ _
Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa'lün)

Ağır ağır / çıkacaksın / bu merdiven / lerden
. _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ _
Eteklerin / de güneş renk / li bir yığın / yaprak (Ahmed Haşim)
. _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ _
Mefâilün / Feilâtün / Mefâilün / Feilün



Âsûde / olam dersen / eğer gelme / cihâna dersen eğer: ulama
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Meydâna / düşen kurtu/ lamaz seng-i / kazâdan (Ziya Paşa)
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Mef'ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün



Hayır mâtem senin hakkın değil, mâtem benim hakkım: bilmez âfâkım.: ulama
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _
Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez âfâkım. (Mehmed Âkif Ersoy)
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _
Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün

Çatma, kurban / olayım çeh / reni, ey naz / lı hilâl!
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _
Kahraman ır / kıma bir gül! / Ne bu şiddet / bu celâl?
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _
Sana olmaz / dökülen kan / larımız son / ra helâl...
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _
Hakkıdır ,Hak / k'a tapan mil / letimin is / tiklâl! (Mehmed Âkif Ersoy)
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / _ _
Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa'lün)

Uçtuk Mo / haç ufkunda / görünmek he / vesiyle Mohaç ufkunda: ulama
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Canlandı / o meşhûr o / va at kişne / mesiyle (Yahya Kemal Beyatlı)
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _
Mef'ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün

Gönlüm, di / lim, kanım ve / mizâcımla / sizdenim
_ _ . / _ . _ . / . _ _ . / _ . _
Dünyâ ve / âhirette / vatandaşla / rım benim. (Yahya Kemal Beyatlı)
_ _ . / _ . _ . / . _ _ . / _ . _
Mef'ûlü / Fâilâtü / Mefâîlü / Fâilün

Sitanbul’a geçmiş idim salı gün salı: imale
. _ _ / . _ _ /. _ _ /. _ ânın emsâli: ulama
Cihân görmesin ânın emsâli gün (Keçecizâde İzzet Molla)
. _ _ / . _ _ /. _ _ /. _
Fe û lün / Fe û lün / Fe û lün / Fe ûl


Saçma ey göz / eşk[i]den gön / lümdeki od / lare su eşk: medli hece
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ (bir buçuk)
Kim bu denlü / tutuşan od / lare kılmaz / çâre su (Fuzûlî)
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ altı çizili hecelerde imale var.
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün


Dinle neyden / kim hikâyet / etmede
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _
Ayrılıklar / dan şikâyet / etmede
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ Nahifî
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün


Hani ol gül / gülerek gel / diği demler / şimdi
. . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / _ _
Ağlarım hâ / tıra geldik / çe gülüştük / lerimiz (Mâhir)
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _
Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa'lün)

Ne Süleymân / ne Selîm'in / kuluyuz
. . _ _ / . . _ _ / . . _
Hazret-i Rab / bi rahîmin / kuluyuz (Esrar Dede)
_ . _ _ / . . _ _ / . . _
Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa'lün)

Anı hoş tut / garîbindir / efendi iş / te biz gittik
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _

Gönül derler / ser-i kûyun / da bir dîvâ / nemiz kaldı (Hayâlî)
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _
Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün

DİVAN EDEBİYATI NAZIM ŞEKİLLERİ

Nazım Birimi Beyit Olanlar:

GAZEL

*Aşk ayrılık hasret ölüm gibi lirik konuların işlendiği şiir türüdür.
*Türk edebiyatına İran edebiyatından girmiştir.
*İlk edebiyat ‘’matla son beyitine makta’’denir.
*En güzel beyite beytül gazel denir.
*Son beyitte şairin mahlası yer alır.
*Gazelin bütün beyitlerinde aynı konu işleniyorsa buna yek-ahenk gazel denir.
*Bütün beyitleri aynı güzelliğe sahipse yek avaz gazel denir.
*Beyit sayısı 5-15 beyit arasındadır.
*İlk beyit kendi arasında kafiyelidir.Diğer beyitlerin ikinci beyitleri birinci beyit ile kafiyelidir.Yani aa,ba,ca,da,ea şeklinde

KASİDE

*Din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla belirli kurallar içinde yazılan uzun şiirlere denir.
*İlk beytine matla son beytine makta denir
*Şair matla beytini kasiden her hangi bir yerinde yinelenebilir .
*Şair mahlasının bulunduğu beyte taç beyit denir .
*En güzel beytine beytü ,l kasid denir.
*En az 31(33)en fazla 99 beyit olur.
*Kaside belli bölümler halinde yazılır.
a) Nesib bölümü: Bahar mevsimi kış manzaraları betimlenir ya da kurban ve ramazan bayramı anlatılır.
b) Girizgah Bölümü: Nesib bölümünden asıl konuya geçmiş ifade eden bir veya birkaç beyittir . nükteli ince sözlerin söylendiği bölüm.
c) Medhiye bölümü: Asıl anlatılmak övülmek istenen kişi için denecekse açıklanır. Asıl bölümdür.
d)Fahriye bölümü: Şairin kendini övdüğü ve diğer şairlerle karşılaştırdığı bölümdür.
e)Tegazzül bölümü: Kasideyle ayni ölçüde ve uyakta gazel yazılır.
f)Dua bölümü: Şair övdüğü kişinin başarılarının devamlı olmasını ömrünün uzun olması için dualar eder iyi dileklerde bulunur.

Kasideler Konularına Göre de Değişik Adlar Alır.
Tevhid:Allah’ın birliğini anlatan kasideler.
Münacaat:Allah’a yalvarmak,dua etmek amacıyla yazılan kasideler.
Naat:Peygamberimizi övmek için yazılan kasideler.
Mehdiye: Devrin ileri gelenlerini övmek için yazılan kasideler.
Hicviye: Devrin yöneticilerini eleştirmek için yazılan kasideler.
Mersiye: Devlet büyüklerinin ölümünden duyulan üzüntülerin anlatıldığı kasideler.
Not: Kasideler "nesib" bölümünde işlenen konulara ve rediflerine göre adlandırılır.

MESNEVİ

*Mesneviler öğüt verici bir olayı anlatan uzun şiirlerdir.(savaş,aşk,tarihi olaylar,din ve tasavvuf)
*Mesneviler Divan edebiyatında bir bakıma günümüzdeki roman ve hikayenin yerini tutuyordu.
*Beyit sayısı sınırsızdır.
*Her beyit kendi arasında kafiyelidir.(aa,bb,cc,dd...)
*Aruzun kısa kalıpları ile yazılır.
*Beş mesnevinin bir araya gelmesiyle hamse oluşur

KIT’A

Belli bir uyak düzeniyle yazılmış olan,dizeleri arasında ölçü birliği bulunan;herhangi bir düşünce ya da duyguyu en az ikiden başlamak üzere,en çok on altı beyitte anlatan nazım biçimine denir.
*Gazelden farklı olarak matla beyti yok.
*Kafiyelenişi xa,xa,xa...
*Daha çok felsefi ve toplumsal düşünceler anlatır.

MÜSTEZAT

*Bir uzun bir kısa dizeden oluşan nazım şeklidir.
*Kısa dizelere ziyade denir.
*Aruzun bir tek kalıbıyla yazılır.
*Kafiyelenişi gazel gibidir.
*Makta beyti yoktur.


Nazım Birimi Dörtlük Olanlar

RUBAİ

*Dört dizeden oluşur.Kafiye düzeni aaxa şeklinde.
*Şarap,dünyanın türlü nimetlerinden yararlanma,hayatın anlamı, hayat felsefesi ve ölüm gibi konular işlenir.
*Kendine özgü 24 kalıbı vardır. İranlılara aittir.

TUYUĞ

*Dört dizeden oluşur.
*Kafiyelenişi rubai gibidir.
*Aruzu Failatün,Failün kalıbıyla yazılır.
*Konu sınırlaması yoktur.
*Türklerin kazandırdığı bir nazım şeklidir.


ŞARKI

*Beyitle okunmak için yazılan,dörder dizelik bentlerden oluşan nazım biçimidir.
*Dörtlük sayısı 3-5 arasındadır.
*Birinci dörtlükte 2 ve 4,diğer dörtlüklerde ise 4. dize tekrarlanır.Bu dizelere nakarat denir.
*Kafiye örgüsü abab,cccb,dddb gibi
*Türklerin kazandırdığı bir nazım şeklidir.
*Günlük hayat,aşk,sevgi gibi konular işenir.

MURABBA

*İlk dörtlük kendi arasında kafiyelidir.Diğer dörtlükler ise 4. dize 1. dörtlük ile kafiyelidir.(aaaa,bbba,ccca,)
*Felsefi konular ve aşk işlenir.

Bentlerle Kurulanlar

TERKİB-İ BENT

*Bentlerde kurulan bir zaman nazım şeklidir.
*Her bent 7 ile 10bent arsında değişir.
*Bent sayısı 5 ile 10 bent arsında değişir.
*Gazeldeki gibi kafiyelenir.
*Her bent arasında vasıta beyti bulunur.
*Talihten,hayattan şikayet,dini tasavvufi ve felsefi düşünceler anlatır.
*Terkib-i bentlerde her bentten sonra vasıta beyti değişir.

TERCİ-İ BENT

*Biçim ve uyak yönüyle Terkib-i Bende benzer.
*Terkib-i Bentte değişen vasıta beyti Terci-i Bentte de değişmez.
*Vasıta beytinin aynen tekrarlanması bütün benlerde aynı konuyu işlemeyi zorunlu kılar.
*Felsefi konular,Allah’ın kudreti kainatın sırları tabiatın zıtlıkları gibi konular işlenir.

DİVAN EDEBİYATINDA NESİR
(DÜZ YAZI)

NESİR TÜRLERİ


Tarih:Resmi niteliği olmayan bir türdür. Vakayiname ise Osmanlı devletinin resmi tarihidir
Tezkire:Edebiyat tarihi veya biyografının divan edebiyatındaki karşılığıdır.
Sefaretname:Osmanlı elçilerinin bulunduğu ülkelere ait bilgileri izlenimleri içeren ve gezi yazısına benzeyen bir türdür.
Seyahatname:Gezi yazısıdır.Divan edebiyatında nesir,dil ve üslup açısından üç bölümden ele alınır.

A)SADE NESİR

Halk için sade bir dille konuşulur temelde konuşma dil yeteneğini kaybetmemiştir.

B)ORTA NESİR

Halk konuştuğu dilden ayrılmış yer yer süslü nesrin niteliklerini taşımakla beraber anlatmak istediği anlaşılır bir şekilde ortaya koyan nesirdir.

C)SÜSLÜ NESİR

Ustalık göstermek amacıyla yazılış yabancı kelimelere tamamlamalara yüklü şekillerin kullandığı söz ve anlam.Sanatlarıyla dolu bağlaçlarla uzayıp giden cümlelerle örülmüş,güç anlaşılır bir nesirdir.
Nesire Yazılmış Ünlü Eserler:
Kabuname:Mercimek Ahmet
Tazrruname:Sinan Paşa
Seyahatname:Evliya Çelebi
Keşfü’z-Zünün:Katip Çelebi
Naima Tarihi:Naima
Münşeat:Süslü nesir örneklerinden oluşan kitaplara denir.

Sunday, January 14, 2007

DİVAN EDEBİYATINDA SANATLAR

Teşbih

Sözü daha etkili kılmak amacıyla ortak nitelikleri bulunan nesne ya da kavramlar arasında benzerlik kurma sanatıdır. Örneğin, "Tilki gibi kurnaz adam" bir teşpihtir. İnsan kurnazlığıyla bilinen tilkiye benzetilmektedir. Bir teşbih'te dört öğe bulunur:
Müşebbehün-bin (benzetilen): Kendisine benzetilen, birbirine benzetilen nesne ya da kavramlardan nitelikçe daha güçlü, daha üstün olan. Örneğimizde "tilki".
Müşebbeh (benzeyen): Birbirine benzetilen nesne ya da kavramlardan nitelikçe daha güçsüz, zayıf olan. Örneğimizde "adam".
Vech-i şebeh (benzetme yönü): Birbirlerine benzetilen nesne ve kavramlar arasındaki ortak nitelik. Örneğimizde "kurnazlık".
Edat-ı teşbih (benzetme ilgeci): Nesne ve kavramlar arasında benzetme ilgisi kuran ilgeç ya da ilgeç işlevi gören sözcük. Örneğimizde "gibi".
Örneğin "Yol yılan gibi kıvrılıyor" dendiğinde, "yol" benzeyen, "yılan" kendisine benzetilen, "kıvrılıyor" benzetme yönü, "gibi" ise benzetme edatıdır.
Teşbih, bu öğelerden bir ya da bir kaçının kullanılıp kullanılmamasına göre dörde ayrılır: Dört öğenin de bulunduğu teşbih teşbih-i mufassaldır (ayrıntılı benzetme). Örneğin, "Ahmet aslan gibi güçlüdür".
Benzetme yönü bulunmayan teşbih teşbih-i mücmeldir (kısaltılmış benzetme). Örneğin, "Ahmet aslan gibidir". Burada "güçlülük" vurgulanmamıştır.
Benzetme ilgeci bulunmayan teşbih teşbih-i müekkeddir. (pekiştirilmiş benzetme). Örneğin, "Ahmet kuvvetle aslandır". Bu teşbihde "gibi" ilgeci kullanılmamış.
Benzetme yönü ve benzetme ilgeci bulunmayan teşbih teşbih-i beliğdir (yalın benzetme). Örneğin, "Aslan Ahmet."

Mecaz

Sözcükleri gerçek anlamları dışında kullanma sanatıdır. Anlatımı daha etkili kılmak ve söze canlılık kazandırmak amacıyla yapılır. Mecaz, söze güzellik, güçlülük, canlılık, zerafet, derinlik ve genişlik vermek için kullanılır. Örneğin: Kandilli yüzerken uykularda Mehtabı sürükledik sularda Yahya Kemal Beyatlı Bu dizelerde Kandilli'nin sularda yüzmesi, mehtabın sularda sürüklenilmesi, söz ve sözcüklerin asıl anlamının dışında, güçledirme, güzelleştirme, anlanlamdırma, zarifleştirme ve güçlendirme amacıyla kullanılmasına örnektir. Mecaz, Sözcük ve fikir mecazları olmak üzere ikiye ayrılır. Sözcük mecazında bir sözcük gerçek anlamı dışında, fikir mecazında ise herhangi bir fikir kendi anlamının dışında bir amaçla kullanılır.

Mecaz-ı mürsel

Bir sözcüğü benzetme amacı gütmeden başka bir sözcük yerine kullanma sanatıdır. Düz değişmece ya da metonomi diye de adlandırılır. Günlük yaşamda da yaygınlıkla kullanılan mecaz-ı mürsel, iki nesne ve kavram arasında çok çeşitli ilgiler kurulmasıyla gerçekleşir. Neden yerine sonucun (bereket yağdı gibi), içindeki yerine kabın (sobayı yaktık gibi), özel yerine genelin (at yerine hayvan gibi), soyut kavram yerine somut adın (gözüme girdi gibi), yapıt yerine yazar adının (Siham-ı Kaza okuyorum demek yerine Nef’i okuyorum demek gibi) kullanıldığı çeşitli türleri vardır.

Telmih

Bilinen bir olay, kişi, nükte, fıkra, atasözünü dolaylı biçimde anlatma sanatıdır. Telmihin başarılı olması için okuyucunun dolaylı anlatıma konu olan düşünceyi kolayca anlayabilmesi gerekir. Divan edebiyatında özellikle dinsel öyküler, din büyükleri ile kahramanları, Kur’an ayetleri ve mesnevi kahramanları telmih konusu olmuştur. Örneğin: Ey nâme sen ol mâh-likâdan mı gelirsin Ey Hudhad-i ümmid Saba'dan mı gelirsin Nîbî Şair, ikinci dizedeki "Saba" ile Süleyman-Belkıs" kıssasını anımsatıyor.

Tecahül-i arif

Bir anlam inceliği yaratmak ya da bir nükte yapmak amacıyla bilinen bir şeyi bilmezlikten gelme sanatıdır. Tecahül-i arifin özünü oluşturan bu nükte, dört amaç için yapılmış olabilir. Neşelendirme (tenşid), uyarıda bulunma (tevbih), hayret ve şaşkınlık bildirmek (tehayyür), kendinden geçişi belirtmek (tedellüh).
Bilinen şey bilinmiyormuş gibi anlatılırken genellikle bir inceliğe dayandırılır. bu yapılırken mübalağa ve istifham sanatlarından da yararlanılır. Örneğin: Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su Fuzûlî "Bilmiyorum dönen kubbe mi su rengindedir Yoksa gözyaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır"
Fuzûlî, kubbenin, yani gökyüzünün mavi renkte olduğunu bilmiyormuş gibi davranıyor. Gözyaşlarının gökyüzünü kaplayacak kadar çok olduğunu (mübalağa) belirtebilmek için tecahül-i arif sanatına başvuruyor.

İstiare

Bir sözcüğü kendi anlamı dışında kullanarak, bir şeyi benzediği başka şeylerin adıyla anma sanatı. Benzetmenin iki temel öğesi vardır, benzeyen ve benzetilen. İstiare bunlardan birinin söylenmemesiyle yapılır.
İstiare üç yönden ele alınır: 1. Benzetme amacı bulunur, 2. Sözcük gerçek anlamı dışındaki mecaz anlamındadır, 3. Sözcüğün asıl anlamında kullanılmamasını gerektiren bir durum (karine-i mania) vardır. Örnek: "Soğuk ay öptü beyaz enseni" Yahya Kemal Beyatlı "Ay öpmek" deyişiyle ay canlı bir varlığa benzetilmiştir. "Öpmek" sözcüğü asıl anlamının dışında mecaz anlamıyla kullanılmıştır. Öpmek sözcüğünün asıl anlamının kullanılmasına olanak yoktur çünkü ayın dudağı olmaz. Şair burada, istiare sanatıyla anlatımı daha etkili, daha estetik ve heyecanlı hale getiriyor.
İstiare genel olarak üç çeşide ayrılır. Yalnızca benzeyenin söylendiği istiareye "açık istiare" (istiare-i musarraha) denir. Örnek: "Bir hilâl uğruna yarâb ne güneşler batıyor" Mehmet Akif Ersoy Ersoy, benzetilen güneşi söylerken, benzeyen askerden sözetmiyor.
Yalnızca benzetilenin söylendiği istiareye de "kapalı istiare" (istiare-i mekniye) denir. Örnek: Her taraf kırık dökük Dalların boynu bükük "Kederliyiz" der gibi Orhan Seyfi Orhon Dallar boynu bükük insana benzetiliyor ama kendisine benzetilen insandan sözedilmiyor. Boynu bükük sözcüğü ile insanın bir özelliği vurgulanıyor.
Benzetmenin temel öğelerinden yalnızca birisiyle çok sayıda benzerliği sıralayarak yapılan istiareye ise "yaygın istiare" (istiare-i temsiliye) adı verilir. Örnek: Bin gemle bağlanan at şaha kalkıyor Gittikçe yükselen başı Allah'a kalkıyor Son macerayı dinlememiş varsa anlatın Râm etmek isteyenler o marûr, âsil atın Beyhudedir her uzvuna bir halka bulsa da Boştur köpüklü ağzına gemler vurulsa da... Coştukça böyle sel gibi bağrındaki hisleri Bir gün başında kalmayacaktır seyisleri! Faruk Nafiz Çamlıbel Çamlıbel, milleti mağrur bir ata benzeterek çok sayıda benzerliği sıralıyor.

Hüsn-i talil

Nedeni bilinen bir olayı, düşsel ya da gerçekdışı bir olaya bağlama yoluyla yapılan edebi sanattır. Hüsn-i tevcih olarak da bilinir. Şiirin iki dizesi arasında bağlantı kurarak anlam ve anlatıma incelik vermek amacını taşır. Bu sanatta öne sürülen neden ile gerçek neden arasında mutlaka anolojik bir bağ bulunur. Nedeni bilinen olay güya, sanki, acep, acaba, meğer gibi sözcüklerle bir ihtimale dayandırılırsa bu tür hüsn-i talil'e şibh-i hüsn-i talil adı verilir. Örnek: Müzeyyen oldı bezendi bağ-ı çemen Meğer ki bağa haber geldi yârdan bu gece Ahmedî "Bahçe, süslenmiş fesleğenlerle bezendi Meğer sevgili bu gece geleceğini bildirmiş."
Bahçenin bezenmesi, süslenmesi gerçeği sevgilinin gelebilme ihtimali gibi güzel bir düşe bağlanıyor.
Leff ü neşr

Bir beyitte birbirleriyle ilgili sözcüklerin sıralanmasıyla yapılan ve divan şiirinde çok sık kullanılan edebi sanattır. Şiirin ikinci dizesinde birinci dizede söylenmiş en az iki şeyle ilgili benzerlik ve karşılıklar verilerek uygulanır.
Sözcüklerin birinci ve ikinci dizede belli bir sıra gözetilerek söylenmesine leff ü neşr-i müretteb (düzenli leff ü neşr) denir. Örnek: Gonce kılmaz şâd gül açmaz tutulmuş gönlümü Ârzûmend ruh-i leb-i handânınem Fuzûlî "Kederli gönlümü gonca memnun etmez, gül sevindirmez Çünkü ben ben bunları değil al yanağını ve gülen dudağını istiyorum"
Gonca, yanak karşılığı ruh ve gül dudak karşılığı leb sözcükleriyle ilgilidir. Fuzûlî, burada düzenli leff ü neşr yapıyor.
Birinci beytin ikinci dizesinde, birinci dizede söylenenlerle ilgili sözcüklerin ters bir sıra izlenmesiyle ya da karışık olarak bulunmasıyla yapılan leff ü neşr'e ise leff ü neşr-i gayr'i müretteb ya da leff ü neşr'i müşevveş (düzensiz leff ü neşr) denilir. Örnek: Yürürem hâsret-i zülf ü meh-rûlar ile Gündüzin gussalar ile gice kaygular ile Meâlî "Sevgilinin saçının ve ay yüzlü yanağının hasretiyle Gündüz kederli gece kaygılı gezerim"
Saç anlamına gelen zülf geceyle, yanak anlamına gelen ruh gündüzle ilgilidir. Birinci ve ikinci sözcüğe karşılık ikinci ve birinci sözcükler sıralanarak düzensiz leff ü neşr yapılıyor.

Kinaye

Bir sözü aynı zamanda hem gerçek hem de mecazi anlamıyla kullanma sanatıdır. Sözün açık söylenmesinin hoş olmadığı durumlarda alay, şaka, sitem amacıyla kullanılır. Bu kullanışta sözün geçek anlamından bir sonuç çıksa da geçerli olan mecazi anlamıdır. Örneğin Şeyhülislam Yahyâ’nın, "Dilber gelince bezme yüzü güldü aşıkın" dizesinde bir kişinin gerçek yüzünün gülmesini anlamaya bir engel yok. Ama asıl anlatılmak istenen aşığın çok sevinmiş olmasıdır (mecazi anlam).
Türkçe deyimlerin çoğu mecazi anlamlarıyla kullanıldığı için kinayedir. Kinayede sözün başka bir anlama gelmesi olasılığı yoksa bu türe "kinaye-i karibe" (yakın kinaye) denir. Eğer sözün anlamı gizleniyorsa kinaye "kinaye-i baide" uzak kinaye) olarak adlandırılır. Nitelenen tek özelliği belirten kinayeye "kinaye-i müfrede" (tek kinaye), birkaç özelliği birden belirten kinayeye de "kinaye-i mürekkebe" (birleşik kinaye) adı verilir. Örnek: Bulamadım dünyada gönüle mekan Nerde bir gül bitse etrafı diken Sümmanî
Gül ve diken hem gerçek hem mecazi anlamlarıyla kullanılıyor. Ancak asıl kastedilen mecazi anlamları. Şair hem birleşik kinaye hem uzak kinaye yapıyor.

Tariz

Birini küçük düşürmek ya da biriyle alay etmek amacıyla söylenecek sözü tam tersi bir sözle nükte yaparak anlatma sanatıdır. Tariz de gerçek ya da mecaz anlam yerine doğrudan zıt bir anlam kullanılması söz konusudur.

Teşhis-ü intak

Cansız varlıkları, ya da hayvanları kişiler gibi davrandırma, canlandırma, konuşturma, onlara duygu ve hareket gibi nitelikler kazandırma sanatıdır. İnsan dışındaki calı varlık ya da hayvanlara insan özelliği verilmesine teşhis, onların konuşturulmasına ise intak denir. Teşhis ve intak daha çok fabllara kullanılır. Teşhise örnek:Mahmur uyanır gölgede binlerce ziyâlar Çöller düşünür, gün düşünür, gölgeler ağlar Emin Bülend Serdaroğlu
Şair, ışığı uyandırıyor, çöller ve günü düşündürüyor, gölgeleri ağlatıyor. Bunların hepsi insan özellikleri. Üst üste teşhis sanatı yapıyor.

DİVAN EDEBİYATININ TARİHÇESİ

Divan debiyatı, Türklerin, 13 ve 19’uncu yüzyıllar arasında Anadolu’da yarattıkları İslam kültürünün ortak özeliklerini yansıtan, geniş ölçüde Arap ve Fars edebiyatının etkisini taşıyan yazılı edebiyat türüdür. Ancak divan edebiyatı, Türklerin İslam dinini kabul ettikleri ilk dönemlerden başlayarak Orta Asya ile Azerbaycan’da ortaya çıkan ve aynı nitelikleri taşıyan divan edebiyatı ile karıştırılmamalıdır. Divan edebiyatı tanımı tümüyle Anadolu'ya özgüdür. Tarihsel süreçte dindışı ve dini tasavvuf olmak üzere iki kolda gelişti. Şiir ve düzyazı alanındaki en eski örnekler 13. yüzyıldan kalmıştır. Divan edebiyatında başlangıcından beri şiir, düz yazıdan daha önde gitmiş ve daha gelişmiştir. Bunun belki de en önemli nedeni, şiirin sanatçının yaratıcılığını ortaya koymasına daha uygun olmasıdır. Divan şiiri, söz ve anlatım sanatlarını kullanarak, yeni manzumlar bularak okuyucusunu daha kolay etkiler. Düz yazı dalında ise ağır basan, öne çıkan özellik "öğretici" olmaktır. Bu nedenle anlam gözardı edilir ve belagat önem kazanır. Divan edebiyatı yazarlarının beslendikleri kaynaklar, başta dinsel inançlar, yani İslami inançlar olmak üzere İslami ilimler, İslam tarihinin olayları, tasavvuf, Hint-İran kökenli söylenceler, peygamber kıssaları, evliya menkıbeleri, çağın bilimleri, günlük olaylar, gelenek ve görenekler, terimler, deyimler, atasözleri ile zenginleşen bir dildir.
Dünyevi ve tanrısal aşk
Divan şiirinde aşk büyük yer tutar. Ama bu aşk hem dünyevi hem de tasavvufidir. Tasavvufa bağlanan şairin amacı, "mutlak güzellik" olan "tanrıyı bulmak"tır. Tanrısal aşk, maddi aşkla başlar. Bir güzele aşık olan şair, duygularını daha sonra soyutlama yoluyla tanrısal aşka dönüştürerek tanrıya kavuşmak için çabalar. Aşkı din dışı bir anlayışla işleyen şairlerin şiirlerinde ise tapınılacak bir varlık olarak kadın önemlidir. Ama bu tür şiirlerde kadın aşığını sürekli üzmekte, yaşamdan bezdirmektedir. Dil konusunda Arapça ve Farsça’nın etkisinde kalan divan edebiyatında sözcükler çok büyük önem taşır. Her sözcük tam anlamıyla ve yerli yerinde kullanılmalıdır. Divan edebiyatı, anlatım açısından "belagat kurallarına" sıkı sıkıya bağlıdır. Sanatçılar ustalıklarını sergileyebilmek için bu kurallara olabildiğince özen gösterirler. Şairler, teşbih, istiare, hüsn-i talil, ilham, kinaye, leff ü neşr, tecahül-ü arif, telmih, mecaz, mecaz-ı mürsel, teşhis ü intak gibi söz ve anlatım sanatlarını kullanarak özgün şiirler oluşturmaya çalışır. Divan edebiyatında şiirin estetik kurallarına uymak, çoğu zaman konu ve içerikten öne geçmiştir.

DİVAN SÖZCÜĞÜNÜN TANIMI


Divan sözcüğünün sözlük bakımından iki anlamı vardır: Belli bir kalıpla yazılan ve besteyle okunan şiir türüne divan denir. Kalıp "fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün" şeklindedir. Divan sözcüğü, ikinci olarak, divan tarzında şiir yazan sanatçıların eserlerini topladıkları kitap anlamına gelir. Divan, klasik Türk müziğinde ise en az üçer kıtalık şiirlerden bestelenen şarkıları tanımlar. Bu kıtalar birbirlerinden ara nağmelerle ayrılır. Her kıtanın başında genellikle "ah", "yâr" gibi bir terennüm sözcüğü eklenir. Kıtalardan biri yer yer ritimsiz okunacak şekildedir. Bir diğer kıta da "doğaçlama" görüntüsü vermesi amacıyla tümüyle ritimsiz olarak bestelenir. Divan, aynı zamanda İslam devletlerinde idari yargı, maliye, askerlik ve yönetimle ilgili işleri yürüten kurul ve dairelere verilen addır. Divan şairlerinin eserlerini önceleri serbest, daha sonra belli bir düzen içinde topladıkları kitaplar divanlar, divançeler ve hamselerdir. Divan, divançe ve hamseler, yazarlarının adlarıyla anılırlar. Örneğin Nedîm Divanı, Fuzulî Divanı gibi.
Divan
Şairlerin şiirlerini belli bir düzen içinde topladıkları kitaplardır. Bir tür antoloji olarak görülebilir. Zamanla divanlarda şiirler belli bir düzene göre sıralanmaya başladı. Bu elemeye "divan tertibi" bu tür divanlara da "mürettep divan" adı verilir. Tam bir divanda sırasıyla, kaside (tevhid, münacat, na't, medhiye), tarih, musammat, gazel bölümleri yer alır. En sonda da lugazlar, muammalar, müfredler, azadeler bulunur. Divanda gazeller kafiye ve rediflerinin son harfinin Arap alfabesindeki sırasına göre dizilir. Yani elif’ten başlayıp ye harfine kadar. Her harften en az bir şiir olması şarttır. Ama buna uymayan şairler de olmuştur.
Divançe
Küçük divan anlamındadır. Düzen ve konuları divanlarla aynıdır. Yine kaside, tarih, musammat, gazel ve kıta sırasını izler. Ama bir divançede bu bölümlerden en az biri eksik olur. Divançe, belli türleri seven şairlerin bilinçli bir seçimi olabildiği gibi, bir şairin divan dolduracak kadar şiir yazamadan ölmesi nedeniyle de oluşabilir. Figânî ve Fâzlı’nin divançeleri bu türdendir.
Hamse
Bir şairin 5 mesnevisinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan yapıttır. Hamse yazarı şairler hamse şairi ya da hamsenüvis diye bilinir. Türk edebiyatında 16. yüzyılda gelişmeye başladı. İlk hamseyi Çağatay şairi Ali Şir Nevai yazdı. Divan edebiyatının ilk hamsesini yazan şair de Hamdullah Hamdi’dir. Hamse türüne düzyazının girişi ise 17. yüzyılda gerçekleşti. Nergisi hamseye düzyazıyı sokan ilk yazardır. Çoğunlukla hüzünlü aşkların konu edinildiği hamselerde soyut kavramları işleyen mesnevilere de yer verilir. Hamse sahibi divan yazarları edebi çevrelerde büyük saygı görürdü.