Wednesday, January 31, 2007

CANAN ARAMIZDA BİR ADINDI

Canan Aramızda Bir Adındı / Ümmühan Gökmen



Ben kandan elbiseler giydim.
Hiç değiştirsinler istemezdim.
Sezai Karakoç



-Divan şairiyle bir mükâlememdir.-



Hitab-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
Cevab-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
(Leskofçalı Galip)



Lise yıllarımda başlamışa sana vurgunluğum. Bir ders kitabının satırlarında görmüştüm, seni İlk kez. Daha doğrusu görmemiştim de sadece sesini duymuştum. O ses ki ayaklarımı yerden kesmişti, o ses ki bir daha hiç kopmayacak bir ba kurmu tu kalbimden kalbine. Bir duyuşta ezberleyivermiştim sözlerini, hepsini anlama am bile... Çünkü onlar söz değildi sadece, bir ritim, bir ahenk, bir musiki; dahası, zihnime bilinmedik alemlerin uzak ve efsunlu diyarlann, belki de en çok merak ettiğim kalp ülkesinin resmini çizen fırça darbeleriydi. İçimde tutamazdım bu heyecanı. Duyduğum sesi arkadaşlarıma da duyurmak onları da bu büyüleyici güzellikten haberdar etmek istedim. İstedim ki onlar da yaşasınlar bu heyecanı, onların da ayaklan yerden kesilsin onlar da uzak diyarlann esintilerini ruhlannda hissetsinler. Ancak hiçbiri olmadı. Heyecan beklediğim gözlerden garip ve alaycı bakışlar¬dan başka bir şey bulamadım... O gün sustum ve seni yalnız yaşamaya karar verdim. Zira nadana kitap-asa açılmamak gerekti.
Artık her yerde senin sesini, sözünü belki de gönül gözüyle gördüğüm seni takip eder olmuştum. Sana dair haberler almak istiyor, seni tanıyan birileriyle konuşarak susuzluğumu gidermek istiyordum. Ne var ki buralarda herkes yabancıydı senin sesine, sözüne, ahengine. Lise yıllarım gizli bir hazinenin peşinde iz süren korsanlar gibi seni aramakla geçmişti. Neredeydin, ne yapıyordun, hangi acılar yakıyordu yüreğini ya da hangi mutlulukların peşinde sürükleniyordun. Sana dair bildiğim tek şey cefadan usanmayan bir sevgilin olduğu ve bu sevginin seni el âleme rüsva ettiğiydi. Gönlündeki ateşin yakıcılığından bahsetmiştin. Yanan gönlünden yükselen bu ahlar gökte güneşleri bile tutuşturuyordu da muradının mumu bir türlü tutuşmuyordu.



Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı
Felekler yandı ahımdan muradım şem‘i yanmaz mı
(Fuzuli)



Senin yangınların gökleri yakar güneşleri tutuştururdu da o alevin bir katresi karanfil gibi düşmez miydi yüreğime? Artık benim de yüreğinin yangınlarına eş yangınlarım vardı. Bulmalıydım seni, bilmeliydim hâllerini hatta en yakının olmalıydım ya da en yakınında. Aşkını yüreğine hapsedemediğin zaman, kelimeler gözyaşları gibi önüne geçilmez olduğunda, inci tanesi damlaların ruhumun alev kanatlarına birer şebnem gibi düşmeliydi. Ben seni ayıplamazdım aşk hâllerinden, aşkın hâllerinden dolayı. Her liseli gibi ben de üniversite eşiğinden atlayarak kader manzarasında anlamlı bir yer edinme sürecinde bir tercihle karşı karşıyaydım. Ya senin izini sürecek ya da ailemin de arzu ettiği büyük makamların peşine düşecektim. Senden vazgeçmem mümkün değildi artık. Fareli köyün kavalcısının peşine düşen çocuklar gibiydim. Neyin peşine düştüğümün çok da farkında olmadığım aşikârdı. Ama diğer taraftan sesinin büyüsünden kurtulmam da mümkün değildi. İzini sürerek vardığım üniversite koridorlarında herkes az çok seni tanıdığını iddia ediyordu. Bu durum ilk zamanlar bende tarifsiz heyecanlara sebep olsa da kısa süre sonra gerçeklerin farkına varacaktım. Buradakilerin sana dair malumatı suretten ibaretti. Ömründe bir gülün güzelliği karşısında kendinden geçecek hâle gelmemiş kimseler, senin güle vurgunluğunu; sevdiğinin kapısında ondan gelecek bir tebessüm için ömür boyu sabırla beklemeyi göze almayanlar, senin feryatlarını anlayamazlardı. Seni tanıma yolunda yalnız ve ümitsizdim artık. Ama sen her geçen gün ruhuma fısıldadığın başka başka nağmelerle beni hiç yalnız bırakmıyordun. Artık sürekli seni ve hâllerini takip eder olmuştum. Seninle her karşılaşmamızda zaman ve mekândan soyutlanıyor, bazen yüzyılları aşarak kendimi bir şiir meclisinde seni gözlerken bazen de seni bir divanın sayfaları arasından beni izlerken buluyordum. Artık seni başkalarından değil bizzat senin sözlerinden ve gözlerinden tanımaya başlamıştım. Mesleğini sordum âşıklık dedin, hâlini sordum müptelalık dedin. Artık bu meslekte sen üstat ben talebe, sen mürşit ben mürit, sen şem ben pervaneydim. Senin ruhunun ve kalbinin inceliklerine bakarak kendimi fark etmemden mi; yoksa kalbimde bulup da adını koyamadıklarımı, kelimelere dökemediklerimi senin en muhteşem şekilde ifade etmiş olmandan mı kaynaklanmıştı sana olan vurguluğum? Hâlâ bilmiyorum. Yüzünde hep bir hüzün, gözlerinde binlerce manayı bağrında saklayan bakışlar vardı. Derdini anlatmanı bekledim ama sevgiliden şikâyet zannedilir endişesiyle söylemek istemedin. Ama hâl lisanın ve dudaklarından dökülen birkaç mısra aşk yolunun inceliklerine dair derslerimizin başlangıcı gibiydi.



Cihanda âşık-ı mehcur sanma rahat olur.
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur.
(Şeyhülislam Yahya)



Bu yolun sarp ve dikenli olduğunu baştan kabullenmiştin. Ocaklar gibi yansan da gam izhar eylemeyecektin. Gündelik hayatın karmaşası içinde her an seni görmem en azından sesini duymam mümkün olmuyordu. Derin sessizliğe gömülmüş akşamlardan birinde, sevdiğinin hercailiklerinin seni hüzünlendirdiği bir anda karşılaşmıştık seninle yine. Gökyüzünde parlayan ay nasıl menzilden menzile dolaşıyor yerinde durmuyor, dünyanın etrafında dönerek dünyanın başını döndürüyor, felekleri inletiyorsa senin sevgilin de kelebek misali gönülden gönüle konarak seni inletiyordu.



N’oldun inlersin felek hercai cananın mı var
Seyreder her menzili bir meh-i tabanın mı var
Zati



Seninle buluşmalarımız genellikle kendimi hayat denizinin bir kenarında, suyun nakşı yakamozları ya da gülün gökteki izdüşümü yıldızları izlerken bulduğum zamanlara denk geliyordu. Sen çoğu zaman farklı bir suret ve isimle çıksan da karşıma, yüreğinin yangınları hep aynıydı. Bana aşkın diğer adının hasret olduğunu anlatıyordun yine. Sevdiğinden küçük bir işaret bekliyordun ama o sürekli seni erteliyordu. Sevgilinin bir an önce bu bekleyişlerine son vermesini ve bir vuslat müjdesi göndermesini bekliyordun.



Vaslım dilersin çün dedin lutfedeyim olsun dedin
Yarın dedin bir gün dedin ferdalara saldın beni.
Baki



Bu bekleyişte gündüzler kış geceleri gibi, geceler yaz günleri gibi uzundu. Bitimsiz gecelerin kaç saat olduğunu yıldız ilmiyle uğraşanlardan, vaktin hesabını tutanlardan değil senin gibi gam müptelalarından sormak gerekti.



Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir
Müptela-yı gama sor ki geceler kaç saat
La Edri



Bir kez olsun onu görmek, hâlini ona arz etmek istiyordun. Ancak rakiplerin buna fırsat vermiyordu. Gülün çevresini saran dikenler gibi yâre giden bütün yolları kesmişlerdi. Bir defasında yâri tenha bulmuştun amma bu kez de kendini kaybetmiştin.



Arz-ı hâl etmeye cana seni tenha bulamam
Seni tenha bulacak kendimi asla bulamam
Ulvi



Senin bu hâllerini gördükçe kalbimden ve bana edip eyleyeceklerinden daha bir korkar olmuştum. Bu kadar büyük yangınlara tahammül edecek güçte değildim ben. Kalbim kendini ateşe atarken beni yangınlardan koruyabilir miydi? Dertlerin dayanılmaz hale gelmişti. Artık onun için canından geçmeye hazırdın, canımdan geçmeye hazırdım.



Canımı canan eğer isterse minnet canıma
Can nedir kim kurban etmeyem cananıma
Fuzuli



diye düşünüyordun ancak aldığın cevap hiç de beklediğin gibi değildi. Yoluna canım revan etsem gerek cana dedim
Yüzüme bin hışm ile baktı dedi canın mı var.
Zati
Görünen o ki sen bu aşıklık mesleğinden, müptelalık hâllerinden kolay vazgeçecek değildin. Bunca cevr u cefaya rağmen şöyle dediğini duyuyordum sevdiğine:



Gül gülsün gonca açılsın bana sen gül yeter
Ağlasa bülbüllerin ey gonca tek sen gül yeter.
Zati



Ağlamayı bülbüle gülmeyi güle layık görmüştün yine. Ve o gülün bir gülüşü cihanlara değerdi senin için. Artık o hâle gelmiştin ki kendini Ferhat ve Mecnun’la yarıştırıyordun bu meslekte. Âşıklıkta onlardan ileri olduğunu iddia ediyordun.



Galib-i divaneyim Ferhad u Mecnun’a sala
Yüz çevirmem olsa dünya bir yana sen bir yana
Şeyh Galip



Ve sürekli yalvarıyordun;



Ya Rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem bela-yı aşktan kılma cüda beni
Fuzulî



Bu aşk belasından bir an bile ayrılmak istemiyordun. Aşkının bitmesinden tükenmesinden korkuyordun. O yüzden Vedud olan kaynaktan istiyordun aşkının artmasını azalmamasını. Ya Leylâ ne yapıyordu bu arada? Leylâ Mecnun kadar mecnun değil miydi? Ama bütün bu belalardan daha belalısı da vardı. Asıl bela bu belalara alışmak ve onları mutluluk vesilesi saymaktı.



Bela budur ki alıştı belalarınla gönül
Gamın da gelse dile bais-i meserret olur
Nef’i



(Aşk, her dalgasıyla kıyıları aşındıran dahası tüketen bir deniz; bense tükendiğini bildiği hâlde kendini dalgaların kucağına atmaktan kendini alamayan bir kıyı mı olacaktım?) Bu yolun yolcusu ve dahası delisi olduğunu duymayan kalmamıştı. Herkes kendini bu kadar rüsva etmenden dolayı seni kınıyordu ama sen kınayanların kınamalarına aldıracak değildin.



Gönülde bir gamım var ki pinhan eylemek olmaz
Bu hem bir gam ki el ta‘nından efgan eylemek olmaz
Fuzulî



Gönlündeki gamı kimseden gizlemiyor, elin ayıplamasından çekinmiyordun. Haykırışlarına cevap veren, yanan gönlüne bir su serpen yoktu. Oysa bir kelam hatta bir selam yetecekti sararmış benzini gül bahçesine çevirmek için. Ve sesleniyordun:

Yârin bize bir selamı yok mu
Gam defterinin tamamı yok mu
Hâl-i dilin intizamı yok mu
Vuslat gibi bir meramı yok mu
El’an bir ihtimal kaldı
İnsafın o yerde namı yok mu
Şeyh Galip



Ama yine umursanmadın. Artık çevrendekiler bu umursamaz sevgiliye kızmaya başlamışlardı. Ona zalim yaftasını giydirmişlerdi. Ama senin bunlara tahammülün yoktu.



Yârin cefası cümle vefadır cefa değil
Yâri cefa kılar diyen ehl-i vefa değil
Fuzulî



diyerek onları susturuyordun. Gayrıyı susturuyordun ama artık yüreğinin tüm olup bitemeyenlere tahammülü kalmamıştı. İçten içe sen de sitemlere başlamıştın gül desenli elbise giydiğinde o güllerin dikenlerinin gölgesinin zarar vermesinden korktuğun nazlı yârine.



Güllü diba giydin amma korkarım azar eder
Nazeninim saye-i har-ı gül-i diba seni
Nedim



Yüreğinin bir köşesinde bir gül yaprağının sararmaya yüz tuttuğunu kalbini gülün dikenine dayamış bülbülün son nefeslerini verdiğini fark etmiyordun. Bu âlemde her şey fâni olduğu gibi fânilere duyulan sevgiler de fâni idi. Artık sitemlerini çekinmeden gönderiyordun kalpsiz yârin kalbine.



Ben umardım ki sen yâr-i vefadar olasın
Ne bileydim ki seni böyle cefakâr olasın
Baki




Leylâ faslı, çabuk biten bahar mevsimi gibi geçmeye başlamıştı yüreğinde. Sabahlara kadar süren yalvarışların, Kâbe’de ettiğin duaların karşılıksız kalmasından korkuyordun? Ya aşkın biterse ya alıştığın belalar yağmur gibi yağmazsa hâlin nice olurdu? Onu en son Sa‘dabad’da seyran ederken görmüştün. Ama o da ne? Gölgesini bile çok uzak mesafelerden tanıyan sen, sevgilini yanından geçerken tanıyamamıştın. Gördüğün sevgilin olamazdı. O dünya güzeli gitmiş, yerine esmer kara kuru bir kız gelmişti. Üstelik yüzü de sivilcelerle doluydu. Yüreğinin tenhasında, kalbini gülün dikenine dayamış bülbül son nefesini verdiğinde solanın gül değil, bülbül; güzelliğini kaybedenin Leylâ değil Mecnun’un kalbindeki aşk olduğunu fark ettin. Bülbülün gül renkli gözlerini son kez görmek için yüreğine baktığında artık gülden de bülbülden de bir eser kalmamış olduğunu gördün. (Leylâ gece demek. Gece ki örter tüm örtülmesi gerekenleri. Ondaki tek ışık ay ışığıdır. Her şey müphemdir, her şey belli belirsizdir onda. Varlık gerçek renginde değildir. Hiçbir şeyin hakiki sureti görülmez o diyarda. Bu yüzden Leylâ’ya vurgun belki de Mecnun. Ve aydınlık… İşte Leylâ, işte sen. ‘Leylâ!’ dedi, Mecnun ‘Leylâ!’ İsminin Leylâ olduğunu bile bilmeyen Leylâ cevap veremedi bu çağrıya. )




Dil beyt-i Hüdadır anı pak eyle sivadan
Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde
Erzurumlu İbrahim Hakkı

No comments: